27 Aralık 2008


Ey çaresizlerin çaresi... Ey dertlilerin dermanı... Ey ümitsizlerin ümidi...
Rabbim, çaresizim çarem ol.. dertliyim dermanım ol.. ümitsizim ümidim ol! Ey Rabbim bu kulunu sensiz, beni de bensiz bırakma. Zira kendimden o kadar uzağımki...

17 Aralık 2008


yoldayım
kanımı akıttım dünyanın bütün şaraplarına
heybemde kırık martı kanadı
göğsümde senli çiviler
gel
sahil taşı yalnızlığıma bir sus ver
tadı çürümsü hüzünleri tüket bu gece
hala saklımdasın

13 Aralık 2008


-Bir akıl hastasından yitirilmiş sevdiğine; biliyorum sen artık yoksun.. duymuyorsun beni.. seni yitirişimin birkaç yıl sonrasında elleri titrek, gözü yaşlı bir şekilde girdim sokağına.. gözlerim her yerde seni aradı can.. her yerde seni gördüm.. yanıma koşmanı bekledim çaresizce.. bekledim.. oysa sen yine yoktun.. saatlerce kapından ayrılamadım.. boynu bükülmüş gülümü koymak için başucuna, boynu bükük bir şekilde kapında bekledim..

Biliyormusun ahretlik, unutamadım seni.. sana giden yolun bin ölüme bedel geri dönüşlerini.. bak her yanım kan.. kan sıçrıyor vücuduma.. cinayetinden arda kalan izleri taşıyorum yüzümde..

Ey ömrümü tam ortasından çalan, senin yokluğunda kanser güncelerimi yazıyorum damarlarıma.. keşke duyabilseydin beni.. bir teselli verebilseydin.. derdime çare sunabilseydin..
keşke.. böyle olmasaydı herşey..

keşke..


06 Aralık 2008

Kesik Dil


yine bir ayrılığa yamalanıyor dudaklarım.
en güzel yamayı yine yüzümden alıyorum
..../
...
Böyle cüzzamlı başlamıştı bir ayrılık.
Ve sen üç noktanın ardına sığınacak kadar cesurdun.
Kalkanının ön yüzüne boyamıştın düşlerini. Adın gibi sesinde de suslar yatıyordu. Kirli yüzümün sadakatiyle sevmiştim seni.
Çocuktum ya hani kimse duymuyordu ya çığlıklarımı işte şimdi kesiyorum sesimi her tren rayında, her vagonda makaslıyorum kelimelerimi.
kendimi herkese katilleştirerek seviyordum seni.
Aynaların maskesi olur mu? Aynalar yalan söylemez sana en yüzsüzünden aynalar getirdim bak ve gör, tanıkla kendini…

Sırtımı pakladım güneşten. Figüransız bir başrol oyuncusuyum artık. Kendi oyunumda kendime yenilecek kadar beceriksizim işte…
Caddenin bütün kaldırımları Hipokrat amcanın yeminine benziyor.
Her şey birbirinden daha ucubeli ve kent inadına kaskatı kesilmiş dilimde.
Aklımın ilmeğini çekiyorum.
Ben sana sağ çıkmak uğruna binlerce yakamoz söndürdüm…

Kesik bir dilin peltek kan kayıplarından ölüyor sesim. Büyük harflerle susuyorum. Küçük kelimelerle monologumu anlatıyorum duvarlara.

Usturalar kesti her gece düşlerimi. Bekleme odaları nezaketliğinde gürültüler koparıyor dilim. Bir delinin güncesindeyim. Ve bir delinin dudaklarına sürüyorum adımı.
Ayrılığın ilk ihbarındayız. Daha sana katiller dolusu mektuplar yazmadım. Daha yokluğunun pimini bile çekmedim. Öldün mü…?

Gece saçlarıma batıyor, ben karanlığın dibini boyluyorum. Her an her saniye gözlerimin akını çekiyorum. Zehir zıkkım oluyor içtiğim her suskunluk. Bu kentin bütün kirli sözleri bende pakladı kendini…

Soluksuzum…
Aynaların maskesi olur mu?
Aynalar yalan söylemez sana en yüzsüzünden aynalar getirdim bak ve gör, tanıkla kendini…

-“gitme çocuk” kal…


Yasemin Yıldırım

23 Kasım 2008

Habil Yüzlü Masallar Biriktirdim Yokluğunda !

Ey körlüğümü kör eden gece! Ne düşerki payıma zifir sessizliğinde?

Yâr yardı yüreğimi, ben; sen kanadım... Ne Leyla'ya Mecnun kalabildim senin varlığında, nede kendimi atabilecek bir kuyu bulabildim yokluğunda... Ben ne dağlar delecek kadar aşıktım, nede uğruna ölünecek kadar maşuk... Kalbimin çöllerini aşamasada Mecnun, gözlerimin kuytularında boğulsada aşk ve yalan kadar sadık olamasamda yalan hayata, ben; sen kadar zifir yazgımla bir sana sadık kalabildim bu hayatta birde ölüme... Züleyha'lığa Mecnun Firavunlar "gayri sadık" damgası vurup kendi hayatımın gözlerinden düşürürken beni; ben senin gözlerinde ne çok büyüdüğümün bilincinde değildim elbet... Ebedi aşksızlığa müebbet kararı vurulsada tek celsede boynuma, ben; kendi hükmümü kendim yazdım alnıma... Yusuf'un gözleriyle dirilmek adına, atıp kendimi kör kuyulara, müebbet suskunluğu urgan yaptım boynuma... Uzak kentlerin baykuş çığlıklarına gizledim sessizliğimi... Sen, karanlığını yakan zılgıtlarıma aldırış bile etmezken kör kuyularda körelen susuşlarım sadece kendi gözlerimde yankı buldu... Sen, seninle körelttiğim gözlerime martı leşleri sundun, günaydınları hiç olmayan sabahlarımı aydınlatmak adına... Üstelik yâr dedin ölü kuşlarını astığın yalancı sabahlara... Koynunda yediverenler yeşertmek adına beni martı leşlerine terkettin ve gittin... Ben yarsız kaldım... Yani yarasız... Yani sensiz...

Şimdilerde bana bıraktığın yalancı yarlara yalan yaralar kanatıyorum... Düş yiyen gözlerimi martı leşlerine çevirip: "Bak yar!" diyorum... "Bak yar!" Yıldız yıldız söktüm sen yazılı göğümün alfabesini... Kör sitemler batırdım adını aydınlatan tümcelerime... Gün yüzü görmeyen yüzüme yar yüzünü haram kıldım... Kendime açılan kapıları sensizliğe kapadım... Ve gözlerimin sensizliğe mühürlü kapılarını ceset kokulu yarınlarla açtım... Baykuşları barındırdığım gözlerim o kadar kördü ki; geceyi utandırdı siyahı... Şimdi... Şimdi gözlerim bana kalsın yâr bütün körlüğüyle...! Sen, gözlerimin bahçelerinde, baykuşları besle gözlerinle... Al... Sana gece getirdim ceplerimde... İhanet kadar karanlık... Ölüm kadar kusursuz... Süs diye tak gözlerine...

Bak! Yokluğunla büyüttüm ben bu zifiri yalnızlığı... Avuçlarımın arasında kalan senle geceyi kararttım... Gün doğumları hiç olmayan bir kentte, her akşam gün batımıyla tükenen zamanla avuttum yokluğunu... Hıçkırıklarını boğdum ölümün, karşı yakası hiç olmayan denizlerde... Yalnızca Azrail'i büyüttüm çocuksu düşlerimde... Sen bütün sağırlığınla duymazken beni; gözlerimde yankı bulan suskunluğumu Yusuf duydu sadece... Oysa ben ne Yusuf kadar aşktım, ne Züleyha kadar aşık... Yakup kadar kördüm sadece... Bu yüzden bir tek gece kaldı ömrü delik ceplerimde... Öyle bir gece ki; yıldızları adınla söndürüp, düşürdüm solgun günceme... Ay'ı gözlerinde boğdum... Ve gelen güneş Yusuf'unu armağan etti Yakub'a, senin gözlerinde... Ama sen; Yakub'u kör ettin Yusuf yüzlü gidişinle...

Gittin! Beli bükük bıraktın zamanı... Akrep ölümü vurdu... Yaktığın bu yangında İbrahim olamadım ben... Yanmayı seçtim yangına... Önce kalbimin mabedindeki yüzün kadar masum, yüzün kadar hüzün yüzlü putları kırdım... Bu cinayeti ben işledim... Bu cesetler benim... Boynuma urgan yaptım baltasını aşkın... Ben o büyük putu oynadım putlaşmış insanların dünyasında... İbrahimi cesetler biriktirdim kalbimin kuytularında... Ve gidişinle körelttim suçlarını zamanın... Adın damladı Kabil'in katil gözlerinden damlayan, pişmanlık yüklü kanla aşka... Habil kadar maktül, Kabil kadar katil olsamda ilk sahnesini hep kaçırdığım bu hayat tiyatrosunda ve yaşamımda kibritçi kız hikayesinin kahramanlığına terkedilip hayatın kaldırım köşesi ıssızlığında unutulsada ruhum, ve inadına ölümümde uyuyan güzel uykuları çok görülsede bana; ben Habil yüzlü masallar biriktirdim yokluğunda... Öyle ya... Ben aşkı Züleyha'ya bıraktım... Mecnun'un çöllerine gömdüm aşkı... Yusuf'un yüzüne sakladım suretini... Yakub'un gözlerine sapladım... Ve çocukların uyku kokulu masallarında unuttum aşkı... Külkedisinin baloda düşürdüğü aşk en çokda kurbağa prense yakıştı... Zaman 12yi vurdu... Masal kahramanları aşkı öptü prenseslerin gözlerinde... Ben ölümü öptüm Yusuf yüzlü gidişinde... Bu büyü böyle bozuldu... Şimdi uyuyan güzel uykularında ölümü bekliyorum...!

Fatıma ARSLANER

22 Kasım 2008

Ey Ömrümün Tam Ortasından

senin saçların şehrimin gecesidir,
yüzün güneşim,
kelamın kanımdır.
kadehe yılan düşmüşse
son akşam yemeklerinde
Yuda gibi erguvandadır
intiharım!...

siyah/beyaz tennuredir açılan
göz bebeklerimde.
yanarak aydınlat beni;
ateş/ışık...

tekin değil seni sevmelerim,
ardı sıra kırılan gök kubbe gibisin.
ey ömrümün tam ortasından
bıçak gibi ikiye bölenim!...


Filiznur Atalan

16 Kasım 2008

Bakraçtaki Eşkalim

Tüm perdelerini kapattım hayatın. Sandığın kokusu vurmuş kalbime. Soğuk bakraçtaki kanla yıkadım eşkalimi. Yatağımın başucuna astığım çocukluğumun ayakları sallanıyor hala. Ah çocukluğum! Yüzüne kim düşürdü bu kırışıklıkları?

Ceplerimdeki kurtlarımla besliyorum O’nu. Çürümeye yüz tutmuş ellerim neden hala titriyor? Gün yüzü görmemiş yüzüme bir ışık huzmesi değmesin artık. Bir şarkı dolanıyor dilime, “çekilin karanlıklar rahat bırakın beni, ölüme yaklaşmışken döndürmeyin yolumdan bedenimi”...

Kıtlama hayatıma son vuruş tekniklerini deniyorum kimse görmeden. Bir çocuk ağlaması kulağımda. Kolları ve bacakları kesik gövdemle bir başımayım. Hayretten ve gayret etmekten açık kalan ağzımdan bir örümcek giriyor içime. Ağlarıyla bir yol yapıyor iki kirpiğimin arasına. Hadım edilen duygularımın ağlayışları bile bitmiş. Bir karga ölmemi bekliyor beynimin ücra köşesinde. Yine didikleyecek etlerimi. Canı çekiliyor vücudumun. Gözlerimden gelen son damlada kanımı yitirdim. Son vuruşu yapsın artık bir cani. Fani acılarımın ölümsüzlüğü gergeflemiş ciğerimi. Hangi eğik matbaa harfi anlatır acıdan kıvrılmış hikayemi?... Sus, bak uykum geliyor…

Halbuki çok da uzak değildi çıtkırıldım mutluluklarım. Televizyonun gece yarısından sonra yayının bittiği, siyah beyaz günlerdi. Şimdi gözlerimde çocukluğumdan kalma yaşlarım, kapı önünde gazoz kapaklarım, ceplerimde çekirdeklerimle karışmış bilyelerim var. Çocukluğumu uğur/ladım intihar halatına yine. Bir ölüm bu kadar mı eğreti dururdu bir yüzde? Kesif bir ceset kokusu burnumda. Tehir edilen ölümüm müydü, yaşamım mıydı? Sus çocuk! Göğsümdeki kanla emziriyorum seni. Bir deri bir kemik kalmış ruhum, seni kendimle beslemekten. Ölü ruhların tecimerliğinde bir adım öne çıkıyor ayaklarım. Şimdi hangi tabut vücuduma tam oturur?

Ellerimle bileylediğim saç tellerimin üzerinde yürüdükçe bileklerim zonkluyor. Yürüdüğüm ve varacağım her yol kan gölü artık. Omuzlarımın üzerinde duran cisme sıkma anını gösteriyor zaman. Tırnak diplerimdeki dikenleri dişlerimle ayıklamaya vakit kalmadı artık.

Uykum geldi…

Şimdi cesetleri bile kıskandıracak bir ölüme dalacağım.

Ört üstüme ölü toprağını, sıcak tutuyor.

Bir psikiyatristin kıytırık raporuna, haleti ruhiyem, “anksiyete bozukluğu” olarak geçiyor.


Esma Aydın TORAL

13 Kasım 2008

Vaveyla










Bir damla hüzün düştü yüzüme, ruhum kırıldı
Bedenimden savruldu kırık can parçaları
Kim dolaştıysa gizli bahçemde kesildi sesi
Bir çocuğun vaveylası karıştı gecelerime
Bir an olsun eksilmedi kulağımdan körpe sesi

Geçmişle geleceğin terkibindeyim şimdi
Nazarımda bir sen varsın, gece, ihtiyar saki
Öyleyse sen söyle, derunum neden firaka ram
Hüzne serhat seyrinden usandı ömrüm saki
Bir lahza kesilse vaveyla ve uykuya dalsam


Ömer Faruk Çakır

09 Kasım 2008


İnşirâh…İnşirâh…İnşirâh…
Hâra düştüm, dilime kan değdi yüreğime od. Dâra düştüm Ey Rab bana bir inşirah.. Ah-u efgânımı bir dinleyiver, bu gece çok karanlık…katran karası olmuş göğsümü bir açıver…Daraldım

05 Kasım 2008

Yokluğunda Mavi Serdim Çarşafımı

Hoşçakalımsız bir vedadan geldim. Uğurlamasız bir türküden. Poyraz esen bir rüzgârdan kaçtım da geldim. Yüreğimi bir deniz kıyısına, bir gitar tınısına emanet etmiştim. Gitarımı sahilde bıraktım da geldim. Bütün harfleri kangren bir sevgiden nasıl kan damlar. Kanımı kefenime damlattım da geldim. Yazı gidişine neden bu kadar kırılgan. Daha şimdi bütün kalemleri kırdım da geldim.

Ey hayatımın çöl yanı. Yokluğunun ardında Kara-basanlardan kurtulmak için, bu gece, mavi serdim yatağımın çarşafını. Ki maviye bassalar gene acıtırlar mı canımı.

Bak yine dudaklarının arasında kayboldum. Sustun. Seslenmedin. İsmin önemli değil sevdiğim. Âşık olmuş, acı olmuş ne fark eder. Git-me derken iki hece arasında boğulan bir adamım işte. Tamda kendime kayıpken, yokluğumuydu götürmek için elini uzattığın diyar. Her otobüsün camında yüzünü arayayım diye mi gösterdin gözlerini. Ey gidi sevdiğim, eksilttin alfabemi. Hangi harfi çıkarsam hafifletir gidişini. Oysa bekâretini bozmadığım kelimelerim vardı. Ve bakmaya korkmadığım aynalarım. Şimdi, yüzüm yok, ben yokum, ensemin arkasındaki duvarı görürüm her aynaya korkuşumda. Duydun mu sevdiğim. Bakamadığım aynalarım, hatırlayışın olsun beni…

Ne kadarsan o kadara hapsettiğim yüreğimle karnını doyuracak bir it bulurum elbet. Gittiğin diyarlara benden selam da götürme. Gece-yim ben… Gece işte; mum eridiğinde arda kalan şey. Küçük bi çocuğun titreyerek kaçışı.

Gece-yim ben. Belki de bi hiç-in adamıyım. Ve katıksız sarıldı adam düşlerine, düşüyordu… Dipsiz kuyuda ağlasa, karanlıktı… Bağırsa “ne olur” diye, duyumsuzdu…Sus-tu. Adam düştü, ağladı, ölmedi. Sustu susuzluğuna. Çakıldan bi ev yaptı belki gelirsin diye kuyunun dibine. Adam sus kaldı. Çıkmadı kuyudan. Kendini kurban edeceği –yol-lardan gelip geçen otobüslere lanet okudu. Evet, otobüslerdi yüreğini bilmem hangi cam kenarında, cam kadar soğuk bi kente taşıyan… Öyle bekledi kuyunun dibinde…Elbet bi gün, o gün gelir… Kuyunun ağzında bir ay görünür… Dillenemez gece… Kal der… Ne olur sevdiğim ardın sıra bak o adama. Susuna hapseder kelimelerini. Ve ardın sıra iki kelime, iki hece bi ikileme ki bir harfini çıkarsan ne de güzel olurdu kokusu…

Ey yar gül-e gül-e…


(alıntı)

30 Ekim 2008

Beni Susarken Bölme!!!

Yüzünün hangi oylumuna takılsam
Uçsuz uçurumlara düşüyorum
Ağlayınca şişen göz kapaklarında
Hangi tankerleri yüzdürdün bu akşam?
Sığınağımıza kaçan birkaç damla yağmur
Gözyaşına mı karıştı yoksa?
Fazla değil mi bu sessizlik ikimize;
Beni susarken bölme!

Satır aralarındaki sızıntıdan kendimi ele veriyorum
Ben sana, seni gösteren bir aynaydım
Dökülseydi sırlarım sen de göremeyecektin
Ben ki kendimi yine sırlardım
Sen kendine yeni aynalar bakmasaydın
Buldun mu yüzüne en uygun olanını?
Ve ağrılarını saklayabildin mi, sırsız aynaların sırrına?
Kulaklarıma sağır sesler peydahladım
Beni susarken bölme!

Az daha doğduğumuz öykü de ayaküstü ölüverecektik;
Anamızdan emdiğimiz acılar burnumuzdan gelecekti az daha…
Dipsizliğinde dibi tutarmış sandık, sanma oyunlarımızda
Meğer suskunluğumun dibi karaymış
Ben kuyu sanmışım
Beni susarken bölme!

Merhemine biraz Ağrı sür biraz Toros
Yol ortasında adresim yutuluyor bırakma ellerimi
Duru durdurmaya duramıyor, durak sandığımda köprüleri
Oysa her şeyi birleştiren köprüler yine ayırdı bizi
Saçlarını sakladığın rüzgarı biraz savursan
Açılmayacaktı bu kıyı şeridinden
Zulamdaki sardunya suskuları
Beni susarken bölme!

Ellerin büyükken ellerimden
Hangi coğrafyama sakladın, mendilleşen parmaklarındaki yaşları?
Bana do minör bağırma
Uslu bir su kuşuyken bünyemde
Verdiğin geçici rahatsızlık için, ömür dilerim senden sadece!
Ben sana ne yaptımların kaldı bak
Bu ucube caddelerde
Susmanın onaylamak olduğunu hatırlattığın bir gecede
Beni susarken bölme!!!


Kahraman Tazeoğlu



29 Ekim 2008

Bir Düş Bozukluğundan Kanserli Yansımalar



‘Sessizliğimin ipini çeken ses bu şehri İstanbul’un nefes alışverişleridir’



Zaman bir ibrikten dökülüyor cemalime. Ve kalınca izler bırakıyor çehreme. Beyin zarıma koca bir çengel asılıyor. Soru işareti: doğrumun bir demirle bükülüp altına küçük bir nokta iliştirilmesi. Kıskıvrak. Üstelik cevapsız da. Yalpalıyorum. Sokak lambası altında zikzaklar çizen ellerim 'yar suretini' yontuyor suya. O yontuldukça kıvılcımlar eleniyor saçlarıma. Yanıyorum. Acımı tutup fırlatıyorum suya. Ne yüzebiliyor ne de boğulabiliyor. Tutup çekiyorum kolundan ve tekrar iğneliyorum yakama. S/usum var diyorum size. Duymuyor musunuz? Gürültü de yapıyorum üstelik 'yar ayağına'. Ama kelimelerim ağzımdan büyük. Bu yüzden parçalıyorum onları:

Sus... sus ... susuyorum!

Zihnime bir kıymık saplanıyor. Kıyıyor düşlerime. Düşlerime ışıltılı merdivenler inşa ediyorum. Bu kez aşağı inen merdivenler. Tırabzanlar çıkıp elimde kalıyor. Düşüyorum...
Kanırtılmış sabahlara uyuyor gözlerim. Kafiyesi kemirilmiş şiirlere uzanırken, sırtım açıkta kalıyor. Üşüyorum sessizce.

Ellerimden hicret var… Gözlerimde gazveler… Savaş serzenişlerin çığlıklarında boğuluyorum. Görmüyorlar. Yine kimse bilmiyor kemirgen ısırıklarla kıvrandığımı. ‘Madem git’ lerin sinir bozuculuğunda şizofrenik düşler biriktiriyorum beynime. ‘Keşke gel’ silsilesi vuruyor usumu. ‘Koca bir intiharla gerdeğe gir’ lafızları zorluyor ar’ımı. Mahremin mi kaldı ki aşktan gayrı?
Sebebimi ketum bir şehre yüklemeye çalışırken kalk diyor bir ses. Kalk ve diril sanrılarından. İffete bürünmüş bir düş düşüyor önüme. Tutmuyor ayak parmaklarımdan. Velveleye tutuluyor dilim… Kusuyorum…yine yemyeşil…Kalkamazdım diyorum ve girift kalıyorum.

Yangınıma su taşımayan sucular mı suçlu. Yoksa en çok onlar mı sevi hak edici. Cevabı suretime düşmeyen sıretimde gizli. Aynada yansımayan yüzümde var bir görmediğim. Görünmeyende saklı yanım. Ve hiç görülmeyecek olanda mahfuzum.

Bırakın yar nerede oturursa otursun. Gülücükten kulelerde, görkemli sevilerde, ihtişamlı öpücüklerde yaşasın. Billur suretler geçsin bakılası gözlerinde. Bırakın adına neşve düşsün ,kalbinin eteklerine yıldızlar. Mubah kılsın kendine ağzı kulaklarında sevda günahlarını. Bir yaşamı tam ortasından avuçlasın. Sesini düşürsün nağme arayan nakaratlara. Nakaratlarca yaşasın yar! Tekrar edilsin dirildikçe. Sarmalansın sarmaşıklarca.

Ki ben yine meftun olayım gide(meye)ne… Bir dağın eteklerinde sessiz figanlar biriktireyim hiç olmayana. Boğulayım yaşayamadıklarımda. Kaydım düşülmesin hiçbir ölüm döşeğine. Yerim hep sıcak kalsın hiç olmamışım gibi.

Anka kuşu özendirme çabalarına giriyor son demlerimde. Boşuna uğraşıyor; küller son dönemeçteki sağ yoldaydı. Ben artık köprüden çoktan geçmiş bir leşim…Ve göremediğim son tabela:

‘Köprüden önce son çıkış’


Çok geç/ti…



Merve Ayata

14 Ekim 2008

Zayi Etmek İçin Tüm Kaçışlarım!..

hileli dudaklarından
döküleni şerh ediyorum.
süreçsiz bir izdiham değil miydi,
gecenin yüzündeki tırnak izleri?...
içimdeki kanamalara tepiştirdiğim
yokluk vakitleri!...

tenhasına ölümleri düşerken
parmak uçlarımda kanıyorsun!
sen, mabedimde kaç adağı
meserret kurbanı keserken,
ben sana ana rahminden
beridir yabancıymışım!...

zayi etmek için tüm kaçışlarım !...


Filiznur Atalan

12 Ekim 2008

ASREVYA!.. 15

Aklımın son ziyanlarındayım. Sen kadar yalan bir masala inandım…

Dişlerimin arasına sızan bir gerçek, gölge oluyor can kuşuma. Yıllanmış kafeslerdeki yorulmuşluğuma yanıyor. Gitmek için beni bekliyor kendince. Yandığım ateşler sönmez. Var git yoluna!

Kaç gün birikir bu boşluğa? Ki ellerim soğuk, üşüdüm.
Yüzümdeki aynaları kırdım.
Gözlerimde görünmez ömrüme sıkışmış olanlar.

Soğuktu… Üşüdüm.
Şehirden bir fırtına giydim ruhuma. Ona-buna çattım ilkin. Elinden tutarken tüm yaşamaların öyle uzak, öyle soğuktu yüzüm. Kırdıkça kırılganlaşmıştım. Üstüme basa basa geçerken günler yazdım ilkbaharın ardında. Hemen sonbaharlaşabilecek bir kuvvette. Sonbahar olmak direnmeyi gerektirir. Bilinir, sararmış bir yaprağın ömrü gücü kadardır. Bir gün mutlaka dalından kopup gitmeyi göze alacaktır. Ve bir yaz eteklerinde hep sonbaharı taşır.

Masal diye araladığım dünyanın kapısında kâbuslar ağırlıyor ruhumu. Oysa korkağım. Karanlığa tutunamam geceleri. “Geçti” sözcüğü avutmaz beni. Yollardayım. Kaybolmayı deniyorum ayaküstü. Hep aynı yolda kaybolmayı denemek bir tevafuk mu yoksa yalan bir kayboluşa gitmenin en kestirme yolu mu?

Penceremden deniz görünmüyor. O çok sevdiğim sahil kasabası çok uzağımda. Oturup günlerce yazdığım, sessizliğe başımı dayadığım, ıhlamur ağacı altında kahvemi yudumladığım, telvesine kendi acımdan da kattığım, bırakıp geldiğimi zannettiğim, bıraktığım; ama gelemediğim yorgun kasaba… Gece, dalgalarını vururdu kulaklarıma. Göz kapaklarım yorgun düşüp kapanmasa gün hiç bitmeyecekti orada. Büyük şehrin ruhuma kattığı alışkanlıkların hesabını soracaktım ona; neden sessizdi, neden kanatmıyordu da yara sarıyordu her defasında?

İnsan var olan sızılarından kurtulabilmek için mi dönerdi geçmişe? Geçmişte bitmiş hesapların az can yakıcılığından mı medet umardı? Birileri için geçmiş sayılan bu yer daha önce geçmemişti ömrümden. Geleceğimden geçmesi muhtemeldi, geçmişle baş başa kalmasaydım belki. Anadolu’dan öğrendiğim gerçekler vardı. Biz gidenleri toprağa uğurlardık. Denizin elleri kerpeten olmazdı cesetlere. Çöl çatlaklarımızın kıyısından akan çay, intihara meyledenlerin ilk durağı olsa da yaşamak ağır basardı son adımda. Limanlarda bekleyemedik hiç. Hiçbir gemi beklediğimizi getirmezdi. Çünkü denizin suyu sızmadı şehrimize. Çok yakınca günün gerçekleri, terk edilen geçmişe döndük çoğu kez. Üstünden zaman geçmiş acılarımızda devâ bulduk. Sağ kalanları bazen trenle bazen otobüsle başka şehirlere gönderirdik. Sonra kendimiz de gittik. Kuraklıktan yeni hayatlar devşiremeyince ve kaybedince kalmayı gerektiren sebepleri, göç ettik. Tuttuk İstanbul’un elinden. ‘Düşürme e mi?’ diye de tembihledik. Kan kustuk kızılcık şerbeti içtik dedik. Büyük şehirde yaşamaya yenilmedik. Kendi masallarımıza yenildik. Parmaklarımızın altında can bulanlardan başka en fazla ne yakmıştı canımızı? Ölümler mi? Zaten her bir ölüm yazılan olmamış mıydı?

Hiçbir ölüm son değildi. Yaşadıkça kabaracaktı bu liste. Dilimde bir cümle ayrılacaktı onlara; “İnnâ lillâhi ve innâ ileyhi râciûn”

Ölümlerin götürdüğünden arta kalanlara ben diyebiliyordum. Dururken kırık camların yamacında yabancı bir yüzdü hayal-meyal gördüğüm. Oysa aynalardaki yüzümü ‘ben’ diye biliyordum.

Yorgunum…
Kalemi bırakmalı…
Uyuyorum…

…//

Ertesi gün…

Yaz kendini iyice hissettiriyor şehrime. Gittiğinden beri tüm seherler ayrılığı vuruyorsa beynimde ve ayak izlerinse düşüncemde dolaşan, düşmüşsem karanlığa o halde hangi mısradan tutunup yaşamalı şimdi?

Asrevya!..

Bu bir masal mı mektup mu bilmediğim… Masalsa –ki hep masal diye dillenecek- uyunması için yazılmayacak, mektupsa asla adresine yollanmayacak… Yazdıklarımda sen de bulunmayacak. Gitgide kaybolacaksın. Zaman bize bu sonu oynayacak. Belki de en doğrusu bu olacak.

Anlaşılmadım. Sonu gelmeyen üç noktalı cümlelere sığınmak mıydı suçum? Suçum, sana yazmak mıydı? “Asrevya kim”ler “neden Asrevya”lar uzadıkça, anlatmam beklendikçe payıma hiç mi anlaşılmayı beklemek düşmezdi? Gör ki nasıl yanlıştık Asrevya. Bu oyunda yanmıştık. Kaybeden çekip gitmeliydi. Söyle hangimiz gideriz şimdi. İlk önce sen mi yoksa ben mi?

Buralar uslandırmaz ruhumu. Gitmeli…

Giderken yanıma aldığım birkaç cümle, birkaç gözyaşı, bir de hoşça kal… Uzun yolculukları sevmem gidip gelmeler için. Beynimden vapurlar kalkar o yaradan bu yaraya. “Orda bir köy var (mı) uzakta (?)” gidilmeyen, özlenilen…

Dönüp baktığında aynalara yüzünü görebilir misin Asrevya? Her defasında daha bir derine gömerken neye ve neden yazdığımı, anlamlandırabilir misin kendi içinde varlığını?

Yağmur bardağından boşalıyor pencereme. Doğru, gitmeliydi; kalmamalıydı daha fazla. Yazık! Yanlış cümlelerde var olduk. Büyük ağaçların gölgesinde küçük kaldık büyümelere. Geçmişime döndüm yine. Dedim ki içimden; sen neredeydin, ben kimdim “anne”? Belki dedi ki içinden; git ve gelme!

Bir adım daha atsam yakar mıydı yani bizi bu cehennem?
Döndüm “anne”
Şimdi
Git ve gelme!

Yaşadıkça ve yara aldıkça her savaştan “öldürmeyen acı güçlendirir” diyen teselli sözcüğü hangi zamanda üflenmişti kulağıma? Kervanlar geçerken ıssız çöllerimizden, katledilmemek için susabilir miydik Asrevya?

Dizleri kanamalı geçmişim vardı. Yalan sözlerle uslanmaz çocukluğum… Elma ağaçlarına çıkıp düşmekle geçerken hayat, yürüyüşlerimde eksik bir adımdım. Yanıldım. Sokaklarda kaybolurken önümden dönen gölgeyi sen sandım. Öldüğünü unuttum, yaşadığına inandım. Sesin çıkmadı, yüzün görülmedi. Her defasında “ben öldüm” çığlıkları atıyordu yokluğun. Ruhuna sûreler dokuyup kenara çekilemedim Asrevya. Gittiğinle kalamadım… Bir nefes daha… Hadi sabır, bir nefes daha diyip itelerken ömrümü yazıp yırttığım satırlarda kaldım. Belki bir nebze yardıma muhtaçtım. Yeniden diyebilmem için yenilenmem gerekti. İçimde birikmiş tüm kalemler yenikti. Bu sessizlikte kimden cevap beklenirdi? Söylesene aşk denilen ülkede yıkılan kalelerin hesabı kime sorulurdu Asrevya?

Elleri kınalı kundaklarım vardı. Yarınları büyütmek için sakladığım, gözlerimin siyahîliğinden ölüm nârâları atılırken dört bir yana; tavan aralığında saklandığım…



Bazen ölmek vardı meydanlarda,
Bazen üç başlı ejder gibi yaşamak inadına…
Nice senelere yürürken susmayan kalemimle iyi ki doğmuş muydum Asrevya?
Dilinden dökülen son yalandım,
Doğrulanamadım. Ben sende yanlışları denedim, doğrulara yenildim.

Eski odamın camı incir ağacına bakardı. Çocukluğumda kurduğum hayalleri dallarına takardım hep. Büyüdükçe değişmişti birçok şey. Değişmesini beklemediğimiz her şey… Kışın karlarda kapanan sokaklarımız yoktu. Yağmuru karşılayınca şehir, çamura boyanmıyordu eteklerimiz. Eski masallarımız da yer bulmuyordu kulaklarımızda. Keloğlan, pamuk prenses mışıl mışıl uyuyordu kitaplarında. Yeni masallarımızın yüzü mutluluğa çıkmıyordu. “-dı” ve “-mış” lı geçmiş zamanlarda kalmıyorduk. Şart oluyorduk, şimdiki zamana yelteniyorduk, “-yor” da duruyorduk. Yoruluyorduk.

Sen kimdin Asrevya?
Kim olmaya gelmiştin de geri dönememiştin?
Ölmeyi mi tercih ettin
Yoksa
Saklanmayı mı seçtin?
Öyleyse
Yanlış nakaratlarda kara libaslar arama kendine
Saklanmak için kaybolmayı göze almalı bir kere

Hadi susma Asrevya
Hadi sen de söyle
Yazık ömrümüze!..


Zaman geçiyor. Yalın ayak çocuk bir “son” dileniyor düşüme. Kendine baktığında beni görebilseydin kırık kalemler oturmayacaktı öyküme. Apar topar gitmeyecekti birkaç kelime. Kendime baktığımda seni görmemek için kör olmalıydım o halde. Gözlerim bağlanmalıydı üst üste derilerle. O zaman dilim söyleyecekti ya. O sussa içim buradasın diyecekti.

Sana kal demem Asrevya
Git demeyeceğim gibi…
Uykusuzluğumun baş yayına mimlenmiş satırlar değiyor gözlerime;

Verilmiş sözlerden inciler dizerken bileklerime
İnandığım tüm sözcükleri
Unutulmuş cümlelerin içine sığdırdı “her kimse”

…//

Şimdi ise
Sularımda yağmalanırken ateş
Devrik bir cümle oluyorum
Yalan-yanlış sevdiğim tüm masallara…


Ve sen Asrevya!
Ağır aksak masallarda kalır varlığın.
Arama! Yazıldığın halini aslında bulamazsın. Düşerken dilden dile bilinmeyen akrostiş bir isimle hüzün diye dillendin ellerimde. Anlatacaklarım çok, yeni mevsimler eşliğinde. İlkbaharda kurulurken tüm köprüler sonbaharı beklemeden yıktık hep. Kendi boşluklarımızı başka yüzlerde doldurmaya çalıştık kimi zaman. Küçük suretlere devleşen insanlar gördük. Gör ki ne çok yürüdük… ‘Git-gel ve dibe vur!’ olsa da hepsinin son sözü…

Beyaz oldum sonra siyah sonra pembe. Bir fırça vurulsaydı yüzüme ölüp devleşecektim kendi öykümde.

Bir misafir kadar kaldım kalemimde. Yazıp gittim, söyleyip sustum… Büyük harflerin ardında kaldım, ne görüldüm ne anlaşıldım. Vakit çok ilerledi. Şimdi üçüncü tekil şahıs olarak soluklanabilmeliyim bir yerlerde…

Artık yazmam mı dersin Asrevya
İyi düşün, yanılma…


Tuba ÖZDEMİR

05 Ekim 2008

/..Seni affedemediğim için ne olur affet beni../

Seni affedemediğim için ne olur affet beni,

Şimdi diz çökmüş,
beni benden istemek için kapımdasın,
Sensiz ağladığım gecelerime ihanet
ve
Seni unutmak için içtiğim meylere tövbe edemem,
Sensizliğe aşığım artık,
Seni özlemeye,
Seni tanrıdan dilemeye,
Bir gün dönmeni beklemeye vurgunum ben,
Senin dönmeni görmek istemiyorum,
Sen yanımdayken,
Sensizliği özlerim ben.

Seni affedemediğim için ne olur affet beni.

Seni affedersem,
Gidişine yazdıklarım küser bana,
Sokakta top oynayan çocuklar arar beni,
Bir başıma kuşlara yem atışlarımı
Bir de seni andığım yalnızlığımı terk edemem,
Seni sensizlik ile değiştim ben,
Bedenin olmadan da sevebiliyorum seni,
Saçlarına dokunup,
gözyaşlarını içmeden de sevebiliyorum seni.
Hani sen beni bana bırakıp gittiğinde
“Gitme ne olursun” ki inleyişlerimin,
sen varmış gibi uyuduğum gecelerin,
güneşten önce uyanıp,
yanımda olmayışının tokat gibi yüzümde parlamasının,
her dua edişimde “dön artık” diye çocuklaştığımın,
sensizliğin bana yaşattıklarına vurgunum artık ben.

Seni affedemediğim için ne olur affet beni.

Ben sadece bir gün kapımı çalmanı beklemeyi sevdim,
Kapımı çalacağın günü istemedim,
Ben sadece senin beni düşünüp uyuyamadığını bilmek istedim,
Bensizliğin seni yıktığını öğrenmek istemedim.
Ben sensizken seni nasıl sevdiğimi gördüm
Şimdi bu yalnızlığımda bize yer yok,
Seni affedemem,

Seni affedemediğim için ne olur affet beni…


Reşit TURAN

28 Eylül 2008

Yitik Gazelim III

Bak koyuyorum boynumu ellerinin altına, hadi durma kurbanlığınım, vur bıçağı içimdeki kanamalar dinsin.. uzatıyorum işte boynumu…
Kılıncın mı kör, desene bana?

Ben öteledim kendimi, gayrı uçur elindeki serçeleri, kuğu gibi uzandıkça sana, salıyorum teleklerimi göğe…yorgun göçlerin türkülerini dinle, bağır çağır… kulağım hep sendeydi de… Yoruldum… gönü eskimiş elbiseler mi giydik, neden üşüyor ruhumuz..

ne oldu bize… Bir tohum gibi uzandım kollarına, yolların uzun olanına çevirdim gözlerimi, mırıldanıyorum bir türküyü "yolcu buruk baş gerek, gözde daim yaş gerek’’… nerdesin ey içimdeki neşvü nema…

Kuğularım boğuluyor suda, bir bir düşüyor gülüşlerimiz kuyuya, üşüyor ellerimiz, duvarların yosununu sürüyorum avuçlarıma… Şehirlerin gözlerine mil çekiyorum yokluğunda… sensiz perdeleri kapalı gönül evimin..

kapıları sırımla bağlı, sürülerim intihar eşiğinde… Nerdesin gülüm… neredesin.. bıraktığın yerdeyim ben.. bir seslensen ölüm gibi saracağım seni…

Dinlediğim bütün makamlar hüzzam, sen yokken gücüm tükeniyor, sen yokken gece karşıma geçiyor, sen yokken kollarım kalkmıyor gülüm… Üzerime yıkılıyor gürültüler, altında kalıyorum bu enkazın ..

çıkart beni bu karanlık geceden.. duanı sar avuçlarıma, yaralarıma üfle… Sensiz anlamı yoktu ezgilerin, türkülerin.. masamdaki dağınıklık toplanırda, dağılmışlığım nasıl toparlanır bilemem.. Ayaz vurdu fesleğenlere, çatılarımda donuyor beslediğimiz serçeler…

Uçurduğum uçurtmaların ipleri elimde kaldı gülüm, rüzgarını gönder bana, dağların eteklerinden şarkılar söyleyen çocuklar gönder bana… Bu ıssızlıkta kayboluyorum, gel bul beni..beni bana aratma…

hayra yorardık rüyalarımızı.. hani kavuşmalarımız ötelere kalsın derken.. ötedeyim sen nerdesin sevgili…



Filiznur ATALAN

24 Eylül 2008


Yâ Rabbî!
Rûhumda bir ilim katresi var.

İlâhî onu hevâ rüzgarıyla ten toprağından muhâfaza eyle.
Ey ihsânı çok olan Rabbim!
Cefâ içinde geçip giden ömre merhamet et.
Ey affetmeyi seven Rabbim!
Bizi affeyle. İsyân derdimize çâre eyle.
Ey yardım isteyenlerin yardımcısı!
Bizi hidâyete çıkar.


Mevlana

13 Eylül 2008

Zahmin - 9

te doy mis ojos

Aşktı, ne yapsa zahmindi. Yağmur yutup ağıt büyüten vaveylanın ilk harfiydi. Sabırdı, ağrıydı, hazdı. Tek acıya münhasır cinayetti. Kendi gerçekliğinde maktul olurken geçmişten gelen hayalete hiçbir gülüşü teselli edemezdi. Meridyenler boyu sürgünlük biriktirirken aynı yerden sustuğumuz aşk en erken yalnızlığımızı zîr û zeber ederdi. Ne kadar iyisin sen, canhıraşken feryadın hâli kalkıp izini sürmüyorsun gözyaşıma konan meleklerin.

Birbirimize çaresizliğimizden ağlar örerken bize, aşkın bir soluk sonrasında kalıyoruz. Özlemekten durulamayan ama hep ayrılıkla ödüllendirilen acuze pişmanlıkları ekliyoruz künyemize. Durup durup yanağını okşuyoruz kutsal cümlelerin. Bilmiyoruz bizi en önce harflerin terk ettiğini. Ben sana meftun, sen bana giryan… Oysa bu ayrılıktan ancak bir biz çıkar. Saçlarında yorulan rüzgârda kalıyor ömrümün neşidesi. Hayatla acı arasındaki köprüde kalbimi ihlal ediyorum aminsiz dualarla. Mayınlar patlarken geçmişimizde yüzümüzü sakınamıyoruz karakışlardan. Aşkın onuru sana beni bulabileceğin bir hece bile bırakmadan öyküm siliniyor dudağıma bulaşan yağmurdan. Umudu kangren özleyişlere çeviren bekleyişler alnımdaki yazgıyı incitirken yorulmaz mı başımızı okşayan gökyüzü? Bir çıkar yol göster bana seni terk etmem için zahmin.

Kan tüküren özleyişlerimin sessizliğinde kıvranarak yağmalıyorum bastığın toprağın insan cürümünü. Çehremdeki soluksuzluğumu üstlenen beyazlık ölümdendir aldırma. Her adımda sarsıntılarla soru işaretlerine uyuyor bedenim. Sarılıyorum hayatın kuytusuna. Sesli bir harf gibi kıvrılarak aminle tövbe arasındaki zincir pasına sürgünlüğümü sürüyorum vuslata. İsyan yol başlangıcında milat. Kan şehre yağmur yağarken gözlerine miat. Aşk ellerinden hicret. Kilit vurulurken tuhfeye tutulan zerreye bir çocuk boyu dalgalar alabora. Hadi gidişimi seyrettirirken bana, içinin sağına ve soluna yağdır ruhumu.

Sis içinde yüzün, kaybederek ne çok incitiyorsun ellerimi. Dokunduğunda şakağında kıyametler koparan ellerimi… Şehir yanıyor öte yanda. Adımlarımdan çekilirken denizin mavisi küle yığılan adım utanarak and veriyor seni unutmalara. Kimine yağmur, kimine yangın… Hep bana şarkıların yırtılmışlığı. Geçip duruyor gemiler zamanın ağladığın vaktinde. Sırtına esen rüzgârdan yorulmuşluğunun saçlarında dinginleşmesiyim. Çözülürken ensende kokunda unuttuğum tenimi bir parça toprakla yıkıyorum. Kirlenmiş neharın utancı bu dipsiz ağıtlar. Doğmamak için annemin rahmini yırtsam direnir mi hayat bana Tanrım? Ha gayret aklım, dayan insan zulmünün cinnet feracesine. Zeytin dalı, gümüş gök ve beyza gece biraz ötende. Uzat ellerini ya da biraz daha vefa delirmeye.

Her ayrılıkta dönüyorum gözlerine. Ele verip yelime utanç kalan gözlerine zahmin… Aşkın yarasında kayıtsız ağrılar yüklenerek aklanıyorum. Noktalığım ziyanda. Tabut hayattan kurtarılmış ölüm bölgesi. Geçmiyor. Yüzün geçmiyor aşk zabıtlarında. Şimdi nasıl yırtılır ki kalbim sana sevgisizliğimle? Öbür yanda çığlıklarla üşüyen bir adamın hikâyesinden doğdum ben. Hikâyemi yeniden yenileyerek uyduramayışım bundan. Güzeldin, sadakati celladın kılıcının ucundaki kana dokunduracak kadar. Cesaretli yalnızlıkların vardı, bana ihtiyaçsız özleyebiliyordun gülüşümü. Hiç kimseydim sende her şeyliğimi kuşatan. Anılarımızın karlı caddesinde beklemenin kara ceketini giyip adım'layabiliyordun bana rastlamak pahasına. Aşkı bu yüzden sende kaybettim ben.

Yorulmaz sancılarla yürürken sanrının kamburunu ayaklarıma kan güzeli dikenler batıyor. İsimden aşka uzanan yolun sırtında anka'nın kül yutan yanını dağıtıyorum. Hasretine kelepçelenmiş dilim gözlerine söylenmemiş sağır şarkımızın nakaratında külliyatını yutuyor: hasretimsin yaramı tenine sar bu gece / varlığınla ziyadeyim, yokluğunla tek hece. Gölgemin sır tutuşuna kanıp umudumu eziyorum. Çünkü umudun ruhunu cezbe dönerken kalbim ömrümün geleceğini sildim ben. Bu aşk bizsiz daha çok aşk zahmin. Şafak söküyorsa gözkapaklarının altında bir tende kaç koku yaşar bunu söyle. Kalbin aşk yalanından ve 'geleceğim' teranelerinden usandım. Varlığını heceleme yazık günceme..

Zahmin! Su kokusunu sardunyadan alırken sırda ayana karışıp bezm-i elest’te varlığına yakın durdum. Dur ve bir kez göz gezdir yarama diye. Hicran ayak sesimize denk düşerken koridor boşluğunda, şah damarımızı tutanın gülpençeye sürdüğü nurla ağladık. Eksildik aşkın adının ve adından öte cisminin geçtiği her şeyde. Birazda kendimizden… Dön bu gece yüzümüze aşk diyerek sığındık kalbin ölümüne. Yavaş yavaş tükenişin dilimizde bıraktığı suskunluğu çözmeye bir cümlen yeterdi. Sesimize oturan buz dağının bedeli miydi yangın tutuşmaların içimizde dönemeyişi?

El insaf yağmur, içimden geçip dışıma düşme. Başaklarım çocuk kalıyor. Dudaklarım yağmur ıslaklığıyla sen kesilirken sana değilse bile gölgene diz çöküp yalvardım cadde boyu karanlığın merhametine sığınıp. Gözlerimi de al anılarına zahmin.


Cengizhan Konuş

08 Eylül 2008

..İnci-nmişliğim..
* * *


Çöpe düşmüş,
bir inci-nin
inci-nmişliğini,
kim?
duyar!...

06 Eylül 2008

üç nokta . . . üç çığlık ? ? ? üç ölüm ! ! !

uzak kentin kayıp yıldızından rivayet olunur...


Üç noktaydı susuşum, bir virgül hatrına yazıyorum şimdi...

Üç nokta . . . Üç çığlık ? ? ? Üç ölüm ! ! ! Ve tek bir virgül,


Kirpiklerinden aşk soluyan deli, yırttı acının kefenini, ölü kızın kalbine dokundu bu gece... Ve gözlerine ölüm kaçan kız, dokunulduğu her yanından kanadı...

Bir ölünün gözlerinden düş bulaştı geceye, gece aklını yitirdi... Bir delinin iç çekişiyle karardı yıldızlar... Hıçkırıkları arşı kapladı… Bir deli ağladı… Ölü kızın kirpikleri adedince ağladı... Parmak uçlarından dokundu aşka... Saçlarına notası kırık şarkılar kondurdu...

Gece; tortulu bir masalın hüznünü andırıyordu... Üçüncü kişiler hep susmuştu...

Bir masal duyuldu sessizliğin en sığ dilinde... Uzak kentin kayıp yıldızıydı anlatan... Yoktu ihtilaf... Yoktu yalan... Bir deli ve bir ölünün masalıydı duyulan... Avuntusuz masallara şarkılar kuran bir deli ve masallara hep sonundan başlayan bir ölü...

Çok geçmedi… Gülüşüne düşler inşa edilen soylu derviş, kent harabelerinin yoldaşlığında, gecenin en uzak saatinde, tuz kokulu bitişle susturdu masalı... Masal yitirdi kendini… Masal yitirdi gerçeğini… Bir deli ağladı… Kirpikleri tükenmişti, ölü kızın saçlarına denk düşüyordu, gözlerinde ki keder… Ve gece deli gömleğini giydi üstüne, masal üşümesin diye…

Ve ben... Üçüncü tekil şahıs... Kent masallarının yorgun yüzü... Uzak diyarların cana ziyan hüznü... Ben... Bir masal boyu susan... Suskusu us'unu yumruklayan... Bir deliyi geçmişe yazan, bir ölüyü koynunda uyutan, bir dervişe yaslanan... Ben yani... Mezar boşluklarında kirpiklerini uykuya yatıran... Kefeninin cebinde ölüm saklayan... Ben... Suskun şiirleriyle geceyi ayartan...

Suçluyum... Bir son bulaştırdım ellerime... Bir masalı yıkarcasına, bir deliyi ağlatırcasına sustum... “Geçmiş” dedim... Geçmedi... “Gelecek” dedim... Gelmedi... “Şimdi” dedim, dokundum masala... Kayıp yıldız kayıplığını kaybetti...

Faili meçhul bir masalın tek sanığıydım ben... Masal mahallinde harflerim vardı, suçum aşikardı... Kalem; kelamla her buluştuğunda, adın kanardı, canım yanardı... Suçluydum evet... Bir masalı altı harf yaşatır sandım... Yedinciyi hiç yazmadım... Ne zaman canın yansa, susumu bastım yarana, usumu kanatırcasına... Hiç dinmedin... Sustun hep… Bende sustum... Sessizliğimi tamamladı susuşun... Bir masalın ardından suçlarını bölüşüyorduk suskunluğumuzun...

İçim acıdı... Masal kanadı... Ve omuz başında kanayan masal; yalandı! Yüreğimi burkan, kalemimi kıran, içimi senden çıkaran bir yalandı... Yinede... Adını bile yazamazken sen, adınla kanadım ben!

Şimdilerde şehirler arası yalnızlık seferleri düzenliyorum gözlerine... İsimleri silinmiş mezar taşlarında gülümsüyorum... Ve hala ölü çocukların gözlerinde masallar arıyorum... Suçluyum... Bir masaldan arta kalan yanımla, suçlarımın bedelini ödüyorum...

Affet beni kayıp yıldız... Affet... Günahsız ölümler düşlüyorum...


Fatıma Arslaner

02 Eylül 2008

Eylül


eylül kapımı zorluyor
sen / sen misin giden?
yağmurlarla çıkıp
geliversen…
hep böyle geceleri / bahtımın üzerine
yaprak / yaprak dökülüversen…


Filiznur

30 Ağustos 2008

Zahmin - 6

Her ölüm aşka götürüyorsa, her aşkta ölümü getirir.
Aşk’sın, sadece sana varabilirim.
Ölüm’üm, sadece bana varabilirsin.


Aşk kendini bitiyor işte. Düşüyorum sere serpe ömrümün dışına. Aşkın dolaylarında üzgün esintiler fısıldayan ben çelişkili intihar notu bırakarak kaşınla gözün arasına, hüsrana yenik düşüyorum. Yenilgiye yeniliyorum. Kavram kargaşasında anlamın on üç ayaklı köprüsünden geçemeyip aşkın en öznel dizesindeyken sende dize geliyorum. Yokluğumun derinliğinde yok oluyorum. Sürükleniyorum. Varlığım varlıksız. Noktasını koyamadığım ünlem beni bilmiyor. Seni ihlâle itekliyorum benden. Sadakatin evhamını kimse kabullenemez biliyorum. Avlunun sonrasında hayat, kirli ellerini suyunda yıkayan simsiyah bir deniz mi? Durup durup kirlenmeler ve nihayetinde ölümle arınmalar bundan mı?

Karanlığın bana benzediğini en çok ben biliyorum. Acısını ıslaklığında kaydırıp saçlarını yangına sürükleyen kadınlar bölüyor rüyalarımı. Kelimesizliğinin cümle sonlarına yığılan bir şair oluyorum ansızın. Uykusuzluğunu gözkapaklarında uyutup oyundan kaçan lâl bir deliyi oynuyorum bu dramda oysa. Bakıyorum ki uçurumlar daha yakın kirpiklerimden; bir uçtan bir uca eskiyor satırlara çarpıp dibacesinde bin parça olan öykünün sessizliği. Kara çalıyor kanıksadığım deliliğim bilincime. Sevdiğim! Ayrıcalıklı acılarda derinleşen devrik hayatın üstüne sil baştan yaşanmıyor aşk. Felahımdın, feryadım oldun.

Nefretimden tenimin cüzamı dökülüyor pul pul. Bitmiş bir öykünün geç gelmişliğine ağlıyorum iskele direklerine yaslanarak. Ağ atıyorum hayata, kendimi inşirahta yakalamak için. Yerleşik acılarla bağdaşamayan bağlaçlardayım. İmgelerle öksüren ayrılıktan arta kalmışlığım akıyor sol omzumdan. Dilimde cehennem kafiyesiyle uyuşmayan sahtelikler zilsiyah bir gecede akıl oyunlarıyla çıldırıyor. Ey zahmin! Yalan sözcüklere kanıp uğunan gidişlere uğradın. Başkalarının huysuz cümleleriyle susup yalnızlığın bana ikinci el kalan öksüzlüğü bıraktın. Azat ettin gamzenden. Avunmasın gözlerin. Yansın ellerin, ellerimin sıcaklığını her özlediğinde. Şimdi son kadar ayyuka çıkabilir avazın isli coğrafyalara dalarak. Kaybettikçe anlıyorum, yitirilmeye değmezmiş aşk.

Şarkılar kavgamdan utanan turna sürüsü. Yoksun, notalarım kurşunlanıyor. Kırk yerimden ezberlenerek düş yiyorum. Onulmaz harflerle süslüyorum kayda geçmeyen kederi, sabitken acının sansürü. Dokunuyorum kırıklarıma, içimdeki hülyaların nemlenişi uzuyor şeritler boyu. Rengimi bozuyorum çift dikişli yalnızlıkta. İstanbul gibi her gidenin ardından kovalıyorum geçmişimi karartmak için. Biliyorum, yüzün uzak bir memlekete sürgün. Ey zahmin! Kentime kendimden önce gelen yağmurdun, ilkin şakaklarımdan çekildin. Örtbas ederek aşkı otobüs camlarına dönen çehreni bağışladın balkondan fırlattığım mektup nüshalarına. Haklılığına sebepler buluyorsun hikâyesizliğimizden. ‘ Asılsız bu sancılar. Bağla sana çıkan doğruları. Replikleri yalan kalbimi sınattığım senin. Sahnelenmesin pürisyan kahrı nefeslendiğim tek kişilik aşk oyunları’ diye bağırmak için susuyorsun. Benden başka kim ömrünün figüranı olabilir ki? Çevirsem başımı tabelasız vurgunluklara, içim dönüyor yollarına. Sen senin uzağınsın aslında.

Bakışından mesul bir ağustos serinliğisin. Seni her gece çoğaltarak kuşkularınla, sensiz kalıyorum çığlığım efkârımın suskusunu yutsun diye. Vapur homurtularına çarparken gündüzü eksik hayat, sorgusuz bir şiire gözyaşından bitap mercan damlalar damlıyor. Anlıyorum, bu şehirde adam başı cinayet var ve her cinayet kendine sokuluyor kanını gizleyerek. Ten artığı akrepler değiyor yarama. Vakit azalan sevinçlere yorgun kalıyor. Dakikalar seyrelmekte hara vuran ateşli soluklarla. Farazî düşlerimi kırbaçlayarak benliğimden söküyorum sende uzun kalmaları, annem henüz dikmişken bedenimin çıplaklığını. Aşk dedim, yarasına sarıldım. Sarılmasaydım daha beter ölürdü rüzgârı kaşlarımı eğen saçların. Sensizliğe dair anları biriktirsem de yokluğunun yeknesak alfabesine aldanıyorum. Sıklaşan ağrılara boylu boyunca uzanılmıyor nasılsa.

Hüznün avuçlarında buharlaşmayan yorgunluğun izlerini görüyorum. Demlenmeye hazır ağır yalnızlığın iç koridor voltalarındayım. Yaşamın en kırılgan noktasında son nefesime sürünen aşk zabıtları yırtılıyor içimde. Arınmamış, paslı iklimlerden çıkamayan adı belli küfürleri lânetliyorum sesimin en ağlamaklı duruşuyla. Çember daralıyor ve aşılmıyor dağlar. Bağrına taş basan kırk ikindi türküleri, gezgin düş damlaları doluyor bilincimin en kusursuz görüntüsüne. Aşk kalmayı kaldıramıyor ve hiçbir ayrılık elemini yüzünden süpürerek son/baharında ölmemeyi beceremiyor. ‘Gittin, kendimi özlüyorum’ diyerek akşamsızlığımda imha ediyorum kalbimi.

İçimde biriken enkazlara bir enkaz daha ekleyip sevilmekten yorgun düşmüş en sevi halimle savruluyorum. Yokluğumu terk edip dağınık ömrüme, yaşamak için gidiyorum. Bakıyorum ayrılığın yürek çöplüğü gözlerine son kez. Bırakıyorum kendimi gidişlerin kollarına. Biliyor musun, acıma ağlayarak benliğimde büyüttüğüm firakın uçurumlarını daha çok seviyorum ben. Kalbimden kovulup sana gelmiştim oysa. Zahmin, seni kime yazdı Yaradan?

Kapanıyorken perde sızımı selamlamak için kendimle yer değiştiriyorum:

Sen giderken acemi ve küskün anılarım vardı bu şehirde. Şimdi sen yoksun ya, çıkardım aklımdan anılarımı.


Cengizhan Konuş

28 Ağustos 2008

Gelmeyenim

Kuru bir dal elimde kalan
Virane bir kent göz bebeklerime yıkılıyor.
Tarihsiz vakitlere vakit,
kutupsuz pusulalara yön soran biçareliğimin kisvetsiz aşikârlığını yâren eyledim mihnetli adımlarıma.

Meğer ne çok kilitlenmişim kilidi kırık kapılara. Eşiklere düşürdüğüm yeminlerimin hayasız iradesizliğine, kahırlı benliğimden itiyorum intiharlarımı. Yörüngesi yitik cümlelerin çizdiği yüreğimden sızıyor kanlı akşamlar. Gecenin ıssızlığı, uluyan mırıltıları çalınırken kulaklarıma, ayazda uyuşmuş avuçlarıma dökülüyor gözlerimdeki buzul yanlarım. İlmeği kaçmış bir ömür terk ederim pişmanlıklarıma. Ne kadar sussam o kadar kanar, ne kadar kanarsam o kadar susarım. Ve ne zaman konuşsam, imlası bozuk bir duruş oturur dudaklarıma. İç kanamalı bir sus olurum köhne hüznümün aynasında. Susmak en inatçısı olmaktır yalnızlığın bilirim. Ve şakağımda zonklar bütün sustuklarım.

Gözlerime iliklenen parçalı bulutlu bir bakıştan türetmeye çalıştığım anlamlar karmaşası zihnimi ufalıyorken, karanlığıyla pençe pençe liğmelenmiş umutlarımı didikler, kanlı gagalı leş yiyiciler. Bir türlü kurtulamadım ellerinden. Nerde üşüsem ölmemi bekler, nerde ölsem kanımın kokusuna üşüşürler.

Düşünceme sarkan mosmor bir portre olur aşktan arta kalanlarım. Git gide ürkünçleşen yönsüzlüğüm, çığrından çıkmış bir yalnızlığı imzalar geceme. Ayyaş vakitlere sığdırılan müspette sözlerin çürük nüshaları durur hala usumda. Yar bakışlı kentleri konaklatıp hüznümde, bir vagon dolusu intiharla geçiyorum sancılarımdan. Eskitme bir yitmişlik geceyi kurutur gözyaşımda. Elimde kalan bir kuru daldı aslında...

Közümde har, yaremde tuzsun yar.
Ey Yar!
Felakete çağrı ettiğin bir aşkın asudesi olmuşum ben. Bela bir sevdanın avaresi.
Gül dalına asılı bir muştuydu gelişin ve şimdi gidişin.
Kurudu gülüm. Kurudu gönlü gülistanım.
Çehrene gergeflediğin zemheride naçar kaldı sevdakar yıllarım.
Adına son söz dediğim yıkımları bırakıp kentime, yığınlarca enkazın altında sıkıştırdın yüreğimi.
Sesime kumlar doldu, içimi beton bloklar ezdi yokluğunda.
Kimse yok mu deyişlerime ses vermedin. Gelmedin!
Kimliği meçhul bir zavallı sandılar beni. Koca koca greyderler açtı mezarımı. Gelmedin !
Çürümeye durdum. Yılanlar, çıyanlar mesken tuttu kokuşmuş düşlerimi, yine gelmedin, hiç gelmedin !

Gelmeyenimdin...


Kemal Halil DEMİRCİ

26 Ağustos 2008

Veda-Name

"Ahuzardır içerinden kırılmış gençliğim"

Bir kitabın önsözü gibi hayatımın önsözüne yerleştiriyorum bu mısraları. Altını çiziyorum bir daha dönemeyeceğim satırların. Ki ardıma dönemeyecek kadar önümdeyken hemde. Koca bir ömürle başlanmış bir hikayede, 'Ve son geldi' demek için seçilmiş bir figüranım sadece. Rolümü oynamaya hazırım. Fakat yanlış bir senaryodayım.

''Bu filmi baştan çek yönetmen''

Bir ömür düşülecek takvimlerin harf yüzünden. Ve ben seyircisi kalacağım yaşantımın. Yar'e feda olsun diyerek ve bir an olsun tereddüt etmeyerek; o vakit "yar'e feda olsun canımdan üflenecek her kelime"

Maşukların susturduğu aşıkların hatırına anlat kalemim!

İçi boş bir ney kadar boş benliğimin odaları. Üflense çıkamayacak kadar tiz neyimde ki harf nidaları. İçsel bir karmaşanın açıklanamayan tarafıyım. İzahı yapılamayan bir 'ah' uzunluğundayım. Zaafları katledilmiş bir aşkın direnç gösterileri yapıyorum kendime. Neyin direncini gösteriyorum ki kalemime? Güçsüzüm sevgili.. Seni kalemimin ucunda tutamayacak kadar mecruh.

Aşina bir yalnızlığı yudumlarken, birden satırlar canlanıyor gözümde; ''Sen benim can parçamsın''
Omuzlarımda taşıdığım bu ağırlığa rağmen, kalemime dilinden düşen bir sözün hatırına doluyorum harfleri elime ve bir veda karalıyorum geçmişimin kırık çizgisine.

Şimdi tekil bir laf karmaşasının en kalabalık susanıyım.

Uzun bir yoldayım!...
Gitmelerin kucağına kalmaları oturtan,
Doğrulardan kalkıp, yalanlara oturan bir koltuktayım...
Rahatsızım!

Kalem harfleri oynatıyor gözbebeklerimde. Zaman; 'dönmeden yaz' diyor kalemime. Kalemim düşlerinden vurgun yemiş ve sana 'son' demeyi kabullenecek kadar harbedilmiş..Kalemim bütün gelmeyişlerin en dibine çekilmiş. Vakit geç. Sevdiğim, bulduğun yerde beni artık es geç! Elimi tuttuğun kıştan suretimi sil geç!

Kalem ki, musallaya düşürüldü. Sus sonsuza kadar! Bu sevdanın gereği çoktan düşünüldü;

Geçirilsin tutanaklara; 'aşk kaçak bir ölüştü'

Aşk-ı zemherir! Dönülecek bir söz kalmadı güncemde...
Ben ki, ölüm yollarına dalmışım. Ben ki, sana dönemeyecek kadar sende kalmışım.

Uyut beni! Belki düşlerimde sana dönmeyi beceririm.
Konuş ki; sus'uma sesinden bir pay biçebileyim.

Kışları kayıda geçirtiyorum alacaklı defterlerinde. Her kış ömrümden düşülecek bir satır. Kıştan alacağım en fazla bir aşktır. Sana dokunmanın iştiyakıyla koşuşturuyor satırlar ordan oraya. Adını yazacağım günü bekliyorlar sanki. Ki, bilmezler sevgili ben adınla ancak ayakucuma varabildim. Ben adınla say ki kaftan indirildim.

Herşeye rağmen, seni silmemi bekleme benden. Adının yanına adımı gömeceğim..Kabartmalı harflerle süsleyeceğim adının düştüğü satırları kağıda. Fakat ben cılız kalacağım adının karşısında. Yine de rızama bir tebessüm yansıyacak. Sen bile bilemeyeceksin uğruna kaç kez karalandığımı. Saymadım...Sayamadım adını yazarken kaç kez yaralandığımı...

Beni artık yolcuların iniştiği şiirlerde arama. Beni siyah şairlerin, alacakaranlık mısralarında ara. Beni suskun şairlerin gözyaşlarına sor. Seni bulduğun şiirden, al getir yanıma koy. Tutayım satırlarda elinden, 'Haydi bir gayret' de bana. Giderken bana avuntu bir sen ol.

Düştüğüm satırdan, menziline giren 'son'uma değecek tek virgülüm ol.

Sen kuvvet ver Rabbim bileğime. 'Son' diyemeyecek kadar yeniliyorum sevdiğime.

ve can havli işte, devam ediyorum bütün sustuklarıma.

Uzun bir cümle karmaşasını elime doluyorum bu veda ile...
Sen gidince, Bir çok şey gibi, bu sonda yine kalemin insafına bırakıldı.
Kalemim şimdi adını mı darağacında sallandırır? yoksa bir ömür boyu beni mi susa susa yazdırır? Bende cevap yoktur sevgili. Benim öğretmenim zamandır. Bende zaman yanıtlayandır. Zamana sor bir koşu, acep bu hikaye hangi sonda sallandırılır?

Yorgun bir günümdeyim..Yorgun bir düşün içindeyim...Bir vedadan ne beklersin sevgili? Vedalar senin için ne ifade ederdi? Veda sandığın her zaman senin gibi gitmekten mi geçerdi? Bugün yanılma vaktidir..Bugün tarihi tersine çevirme vaktidir.

Sen ki, gidilememiş vedaların baş kahramanı!
Doğrul oturduğun yerden ve bir yastık al ardına. Batmasın can kırıklarım sol yanına.
Aşk'ı hiçbir sözle anlamayan birine anlatabildiğimi sanma. Sandığına da vakitsizce inanma! Bugün veda bildiğin sanrılar gözbebeklerinde bir bir sallanacak...Bende ki sona ne tuhaftır ki bir vedayla başlanacak.

Bir gecede düşüp gidemeyeceksin dilimden...Bildiğin vedaların bilinmedik bir senaryosu olacak yazılanlar...Bir sayfada yazıp koparmayacağım bu vedayı. Sayfa sayfa gidişler vuracak ayaklarıma. Hayatımda ki her saatten bir kesit damıtacağım kalemin ucuna. Her günümde ki senin bir özetini çıkaracağım ve dökeceğim bütün acılarımı kağıda. Dağılacağım bir ihtimal..Ama yinede yazacağım. Dağıtılmış bir silüet ne kadar toplanabilirse, o kadar toparlanacağım.

Gidişine yaraşır fırtınalı bir veda bırakacağım sana. Fakat bilirim, gidişin kadar oturamayacak hiçbir veda kıyılarıma...Bitimsiz sanrılarla boğuşacaksın. Bittiğini sanıp, bir diğer satırda gözyaşlarımda adını bulacaksın. silmek isteyeceksin yaşananları...Belki de bitmek, yine gitmek isteyeceksin belki...Nafile..Nafile...

Nasıl ki gözyaşlarıma silgi kullanamadıysa satırlar, Hiçbir silgiyle silinemeyecek kadar gerçekçidir yazılanlar...

Hiçbir silgi hayatı silme becerisi gösteremez sevgili..Kendini nafile sözlerle avutma. Artık gerçeklere uyanma vaktidir. Şimdi gerçeğimize göz açma vaktidir. Ki keşke gösterebilseydi..ki, gösterebilseydi de önce seni beynimden bir kalemde silseydi...

Hala yazılmakta isen, bir düşün düşünde uyuya kalmak düşer sadece sana. Hala susulmakta isen, sesinden ilelebet afaroz edilmiş sesim düşer payına. Ve bu aşk önce sana konuşur, sonra susuna.

Bu vedasıdır sevdamın...Miras olarak sevdama bırakabileceğim tek kalıt! ''Hani aşkın nerede?'' diyenlere senden sonra sunabileceğim tek kanıt...Her gülüş bir 'sen' hesabına yatırılır. Her acı bende ki yaraya alacak niyetine yazılır.. Benim hesabıma olsa olsa yazmak bırakılır.

İyi misin diye sormayın bana! bir yar'dır bıraktığım içi katran karası sayfalara...

Adın bilmediğim sonların başlangıcına düşüyor ve ömrüm ki, asıl düştüğün yerden kalemi eline almaya başlıyor. Kurtar kendini kalemime bulaşan cellatların elinden. Sen ki, hala düşlerimin en güzel yerindesin sevgili. Aşk ki, hala bildiğin bir şarkının en naif bestesi. Dilimde adın üşüyor. Zaman anıları tepeleyerek geçiyor. Ben benden gideli çok oldu. Aklımsa en fazla seni kovalıyor.

Dikkat çekici bir yalnızlık var odamda. Dönüşlerinin nazarına düşemedi gözbebeklerim. Vedaları diktin sen satırlarıma. Sen ki; gözyaşlarıma kalışları biçtin. Marifetli acıları dilimde ezberlettin. Bir diğer nüshasını kendime sakladım ıstıraplarımın. Sana aslolanı bırakacağım. Sevdam dilime düğümlenmiş bir nefir. Biliyorum...çığlığımda en fazla ben sağır olacağım. Sudan çıkmış balıktan farksızım kalemimin çeperinde. Sana akıldışı senaryolar yazıyorum. Mahrum bırakıldım. Senden fazla sende ki benden. Oysa seni yazarken en çok kendimi karalıyorum.

Ruhuma gam işliyorum gecenin kenarından. En güzel oyalara senin adını vermek temennisiyle. Sonra adını verdiğim bütün emekleri bir çırpıda kalemimden söküyorum...Her yanım sökük, her yanım yarım. Hiçbir yanımdan ele alınamayacak kadar naçarım. Sökülmüş aklımda kalmış elişi ayrılıklarım. Aklıma gülüşün düşüyor bir an, gözümden düşüyorum. Al götür bu ayrılığı benden. Daha fazla katlanamıyorum.

Bir solukta telkinlerimden sıyırıyorum kendimi. Avutulamayacak kadar derinlere gömdüm sözlerimi. Vahim çığlıklar ötüyor dumanlı başımda. Cümlelerimin ipinden tavana asıyorum düşlerimi. Sallandırılıyor hayaller gözbebeklerimde ve elimden sıyrılıp ziyanlığa düşen 'sen' o hayallerin 'en' merkezinde.

Tercümanı olamıyor hiçbir lisan dilimin. Belki de dilimden fazla elimin. Kelimelerimin yörüngesine girdiğinden beri, ham bir sevdanın etkisindeyim. Yoğurulmamış hiçbir duygu. Öylece bıraktığın gibiyim..Gibiden de öte hatta ki öyleyim. Sabrı sende öğrendim, sükutu yüzündeki duvarlardan dinledim. Şimdi karşımda kendi kendimin seyircisiyim.

Lügatsızlığımdan taşıyorum sevgili...Harflerden alabildiğim kadar sen almaya bakıyorum..Çünkü biliyorum...Yazdıkça sen düşeceksin dilimden. Yazdıkça ben silineceğim onmaz yerlerimden. Al git gülüşünü gözlerimden. Sabrımın taşında kurumuş gözyaşlarım..Senin adını sayıklamaktan kendi adımın yabancısı kaldım. Sonunda düşürdün ya kendini satırların diline. Şimdi istesende temize çıkamazsın...


Hatice Menteş

24 Ağustos 2008

Duyuyormusun Beni

ellerime bak ellerime
kan-ter içinde bir gece;
kan-ter içinde...
ahit sandığında saklı günahlarım
çıkıverecek yeryüzüne.

çoban ateşleri yanmalı
gecenin semalarında bir duman
her ses sükûta gebe
Meryem'in gözyaşı içinde
bütün bilgelik derslerini okuyorum bu gece.
duyuyormusun beni,
söyle;
söylesene?...


Filiznur

23 Ağustos 2008

Yüzünden Hatıra Bir Eylül Kaldı Bende

"biz bu sonbaharda buluşacaktık
bahar geldi geçti sen gelmez oldun"


Kırkımı devirdim, devrildim yirmi sonbahar kez
geleceksin diye bir ömür adadım yollara
bekleyişlerle geçti gençliğim
Tükendim. Tükendim, artık gelme
Kurudu adına diktiğim çiçekler
Adını verdiğim bebekler eskitti gelinliğini
Çıkamadım içinde bıraktığın sonbahardan
yüzünden hatıra bir eylül kaldı bende
Büküldü belim, çürüdü içim
Yirmi mevsimdir ürpertiyor bütün gidişler beni
Saymıyorum içinde sen olmayan gelişleri
Yirmi senedir bütün ayrılıklar bir kez daha alıp götürüyor benden seni
Eski bir alışkanlıkla çift söylüyorum çayları, denizi taşlıyorum
yaprak yaprak düşüyorum hayattan, çürüyorum..
Ödünç yaşıyorum, aldanma gülüşüme
Bunca yalnızlıktan geriye ertelenecek bir hayat kalmadı bende
Artık hiçbir yemin ikna etmiyor beni
dokunmuyorum saçlarıma dolan aklara
Ne ölmek korkusu, ne yaşamak kaygısı
ne yaşamaya ehilim ne de ölüme kefil
Söz vermiyorum hayata
Konuşmuyorum, ürpermiyor içim eskisi gibi
Dilim kavrulmuyor, sarsmıyor yaşamak beni
Gittin...
Eylüldü, yağmurdu biraz..
‘kahrolsun’ yazıyordu bütün duvarlarda
kahroldum bütün kavuşmaları alıp gittiğin günden beri
Gittin..
mutlu olmak umudu kaldırıldı benden
Ömrüme bahane bütün ihtimallerden
hep eylülü denedim yirmi sonbahar kez
Olmadı tutmadı dileğim
tükettim ömrümü sana deymez bir kederle
atamadım..
yüzünden hatıra bir eylül kaldı bende


Muhammed Varol ÖZTÜRK

21 Ağustos 2008

Uğurlama

Bu şehir yıldızlarını zemheri yağmurlarıyla gölgelemezdi böyle, yaşanmayabileydi tahayyül vakitlerini biçimsiz bir biçişle katleden yanılgılar. İki yakası bir araya gelmeyen bir kentte meridyen boyu volta atmak gerekmeseydi, sokak başları bir ağıtın adımlanışına şahit tutulmazdı. Ve iyot kokusu yakmazdı genzini adamın, belirgin bir belirsizlikle ruhumuza çöreklenmeseydi ânın en hüznü mahfuz hallerinde saçlarımızda beyaz bir leke ile varlığını tescilleyen yazılmamışlıklar.

Susma hakkını erken kullanmanın cezasıdır bu vakitsiz çıldırışlar..

Bir iç denize aynı noktadan bakarken, söylenmesi gerekenlerle cedelleşip, söylenilmesi istenenlere devşirmek gerekliliği kadar dardayım. Akla bela bir karmaşanın adam boyu hüsrana kesen iç hesaplaşmasında, maktûlün gözlerini kapatıp ölüm saatini kayda geçerken zaman, aynı yere göz dikip bambaşka şeylere kör kalan iki yitirilmiş hayattan bir “biz” oluşturmanın imkansızlığına böylesi kâni iken yüreğim, benzer zamansız sancılara bel bağlayarak söylenmeliydi belki “sana ihtiyacım var”.. Halbuki ihtiyacı yok hiç kimsenin hiçbir şeye, can alıcı meleğin parmaklarını ruhunda hissettiği an, eylemlerini su üstüne çıkaracak bahanesizlikler kadar. Ve bilmiyorsun neye benzer, olmayacak duaya denmesi istenen dört harfi zikredememekten suçlu bulunmak…

Bütün ayrılık hikayelerini yükleniyor avuç içine, geceye nifak düşüren çığlıklarım. Ben son vapurum hükmü infaza mühürlenip Haliç’te katledilen. Tüm tutsaklıklarımı gözlerime hapsettim, özgür kalsın diye kirpiklerinde alazlanan firari ruzgâr.. Üzerime ölü toprağı serpiyor bağ bozumu gözlerin. Saçların, yılların eskitmekte gecikmediği bir şeyleri ahenkliyor.. Tahayyülüme düşüyor belge hükmü taşımayan alın çizgilerin. Sana "denedim" demeye yeltendiğim her vakit, küskün çocuk bakışın kesiyor yolunu bitişlerin..

Oysa delikanlı olmak yetmiyor gözü kara vuslatlara.. Kaç gençlik çürüttüm yıkılası duvarların hüzün bulaşığını temizlemek için! Tüm kanıma mâl oldu resmedilişi karanlığıma gözlerinin. Gözlerini çoğalttıkça yüreğimde, gözlediğimden oldum ben yâr..

Şimdi kapı önü nöbetleri sarmalıyor rampalarda duraksayan sevdamın vites dişlilerini. El işi tesbihlerde çekiyorum gecenin tüm hüznünü içime. Kısık bir ıslık gibi artık, saçlarımda bozulamamaktan kindar rüzgârın nefesi. Bu umursamaz boşluk soğuğunu salıyor yar/a kalmış yerlerimden.. Bu ayaza kesmiş hüzün, en dirayetli yanlarından bulaşan laneti kabulleniyor.. Bakma sedasız bir ağıtta giyotinlenmiş gözlerime, ben öfkeye delalet bir suskuda kanırtıyorum ciğerlerimi. Öyle yalnız bir ölüme çarptırıldım ki, gece bile mayası tutmamış bir salkım üzümden beklenen promil kadar. Varlığım anlamsız gel/gitlerde çırpınan azatsız ruhların cehennem bekçisi.. Bana aşkın en helal halinden bir ölüm biç, senin ellerinden olsun yâr....

Korkuyorum, bu tenhalık aşka alâmet değil... Bu nasır bana ağır.. bu gökyüzü âhıma dar..

Artık vuslatın adı ölüm, yaşamın adı efkâr...


Ayşegül MOR

17 Ağustos 2008

Söyleyin O'na Unutmasın!

Git istediğin miktarca uzaklara. Benden sana artık dilediğince izin! gitmeye karar vereni, kimsenin alıkoyamayacağını ikimizde biliyorduk. Bile bile yaşıyorduk kaçak zamanları. Öyleyse zamanın gitmeye yakın bitimlerinde, son kez baksaydın ya gözlerime. Baktığın zaman nefret değil de, pişmanlık olsaydı keşke sözlerinde.

Gidiyorsun öyle mi? Sen bana hiç gelmedin ki.
Susuyorsun öyle mi? Sen benimle hiç yürekten konuşmadın ki.

Sen giderken durdurdum zamanı! Arkanı döndüğün an dünya dolanmıştı ya ayaklarıma, yiten bir aşka daha sızlıyor şimdi canım. Öyle bir yanış ki; cehennem zebanileri iki tarafımda bekliyor sanki. Adını andığım an şah damarımı kesecek gibi tutunmuşlar kollarıma. Yasak adını anmak! yasak adını anıpta bile bile ağlamak! bir yasakta kokun bulaşmış ellerime. Sen giderken, yasaklar koydum üst üste. Kimbilirdi ki, aşka yasak gelen şeylerin, bir ömür boyu yok sayılacağını. Kimbilirdi ki, o yasakları ezip geçenin, o yasakları koyan olacağını.

Şehrin her sokağında, her caddesinde arasan bulacaksın oysa ayak izlerimi. Belki bir ümit diyerek dolaşıyorum yollarda, bir yabancı sana benziyor bazen, sevinir gibi oluyorum, ama fazla da sürmüyor. Gözlerinden anladığımda sen olmadığını.
Bir çay içiyorum, bir çay daha! etrafımda oturanlar susuyor sanki benimle birlikte,
insanlar susuşuyorlar,
artık insanlar konuşmuyor mu?
yoksa ben mi duyamıyorum artık konuşulanları?
yada anlıyorlar mı dersin sensizliğimi? çok da uğraştım ama,
saklanmıyor demek ki hüzün. Saklanmıyor giderken bıraktığın yüzüm.

yüzümü gittiğin günde düşürmüştün! Belki de ondandır yüzsüzlüğüm.

Özlemlerimi koynumda uyuttum gecelerce. Sen doldurdum özlem dolu tüm kefelere. Onlara dönüş masalları anlattım, kahramanı gidipte gelmeyen olan. Onlar uyurken ben; onları seyrettim saatlerce. Sevgi fedakarlıktı ya hani, uykularımı bahşiş verdim her gece özlemlerime. Korkum o değil ya, ya birgün elimde, avucumda olanlar da biterse!
Korkuyorum bir yitiş hikayesi daha yazmaya, korkuyorum kalemimi bir yalnızlığa daha çalmaya. Korkuyorum bir gidenin, bir daha dönmeyeceğini anlamaya.
Korkularım da arttı sen gittin gideli. Meğer ne kadar da korkusuz oluyormuş sevmek! Sevilmeye korkar mı insan? İşte şimdi böylesi korkuyorum, sevginin kapımı çaldığını anladığım zamanlarda. Sevgiden değil de, yanında getirdiği ayrılıklar koyuyor sol yanıma.

Gitmenin hakkını vermek olmalıydı oysa 'Elveda' kelimesi. bir veda cümlesinden çok şey ifade etmeliydi gerçekten sevenlere.
Severek birleşen ellerin yası olmalıydı, bir daha tutulamayacak ellere damlayan gözyaşları.
Yaşanmışlıkların pişmanlığı değil! Yaşanmamışlıkların, yarım kalmışlıkların yası olmalıydı dillere dolanan keşkeler.
İnsan üzülerek gidebilmeliydi geldiğinden.
Gitse bile seni sevdim bir zamanlar diyebilmeliydi.
YAZIK!
Kimse verememiş gitmenin hakkını yüreğime!
Az mı sevmiştim? çok mu geldi yoksa sevmelerim?
orta kararı tutturamadım diye mi böylesi bir acıya terkedilmiştim?
yada ben mi sevmeyi bilememiştim? Ne önemi var cevapların şimdi değil mi?
hani çok sevdiğin Sezen diyor ya 'gitti giden, gitti giden!'

Şimdi bunca sözden, acıdan, gözyaşından habersiz olan sen; yelkenini çoktan savurmuşsun başka sevdalara. Çokta seviyormuşsun...
Ezbere ayrılıklara bulanıyor şimdi yüreğim!
Gidişlere değil de, yitişlere doluyor gözlerim.
Bana vermediğin, vermek istemediğin değeri fazlasıyla ödüyormuşsun bilmem kimin hesabına. Hangi gözlerde söndürüyorsun kimbilir doymak bilmeyen ateşini?

Git istediğin yürek sofrasına şimdi! Aşkımdan sana dilediğince izin!
Yit istediğin yüreklerde şimdi! ben şarkılarda yaşatacağım yarım kalan hikayemizi.

Çünkü yokluğunda öğrendim ki,
sevgi her zaman kalmak değil;
sevgi gitmek istemesen de gerektiğin de gitmekti!
sevgi onsuz yapamayacağını bilsen de,
mutluluğu için karşındakini özgür bırakabilmekti.

olur da bir gün sevgiyi sorarsa sana, söyle küçüğüne.
sevda herşeye rağmen yürekten yaşanıyorsa eğer;
sevgi gideni, daha arkasını döndüğü anda affedebilmekti.
Olurda birgün seni nasıl hatırladığımı merak edersen eğer;
aynaya bak ve kendine şöyle söyle benim yerime.

''Aşkımı, sevgimi, gözyaşımı helal ettim!
Çünkü ben seni gerçekten sevmiştim!''


Hatice Menteş

14 Ağustos 2008

En Derin Düşümsün / Uyut Bebek Sevmelerimi


yasakları sevişim gibi,
ihlaldir, zaman şimdi
koylarında kulaç atmaktayım,
yufkadır gönlündeki dalgalar
boğuluyorum tüm teneffüs saatlerinde,
hani diplerde nefes vardı..
hayat vardı...

kıvılcım gibi tutuştur ıslak tüm kibritleri,
yaz dedikçe içime düşüyor kalem uçları,
açılıyor tüm alemin, lugatları
şimdi mesneviyi okuyorum,
mıh gibi tutuyorum katreleri
sana sunuyorum ışık ışık
sığdır mahzenine ey sevgili
sığdır
sığdır ki
senin için yapamadıkları
yapayım
hala dudak kenarımda asılı kalmış/mavi bir gülüş
ıslaktır şimdi umutlar/dumanı sızdırmaz arasından
hadi vuslat vakti/ay tam yörüngesinde
kaldıysam /ellerin ellerim içinde
gözlerim gözbebeğinde büyüyor
usulca sessizce
emzirip duruyorsun bulutları
bir bulut sarıp üstüne
sallayacağım seni
sağnak bir salıncak gibi şimdi yağmur
en derin düşümsün/uyut bebek sevmelerimi


Filiznur

06 Ağustos 2008

Sus Yorumu


Gurbetine dilenci niyetinde el açan sözleri..
Mızıkasından sevda sesleri çıkan birkaç iyi niyetim..
Ve kollarında saç ölüleri birikmiş çıplak nefesim…

Sesine tutturulan türküyle aldın beni berine
Halbuki beklemek yanlısıydım
Gelmemek için direnirken, gölgesine beni alan’ı ‘umud’um sandım
Rivayet edilir ki sen bana çokça ihanet buyurmuşsun
Koynunda benden bi’haber yılan ıslaklığında hain geceler uyutmuşsun
Demedin ki yalnızım, alnımdaki yazgıdan meçhul
Demedin ki yaslıyım, ötemdeki senden meçhul
Yani, biz olmayı dilerken kendini ben’siz bulmuşsun.

Konuşabilirdik, ama dillerin suskunluğunca
Dillenebilirdik, sessiz bir ustalıkla
Ama
Sen benden daha beter bir el’in avucunda
çizgilerin kırık notasıyla
aşk’a dair izler aramaya yeltendin
suçlusun
yum bütün kirpiklerince g/özünü
yum ki içinden ölüm rotalı kıpırdanışlar çıkmasın.

Bağbozumu ümitlerin kan sayfasına dökülüşünce
Kendimize dair soluklanışlar aradım
Yol boyu gizlenmek adına, adımlarımı bahar’ın hafifliğine doğradım
Kehribar hüzünlerin fotoğrafında yokluğumuza bir yer bakındım
Köprü altı karanlıklarınca koştum, tökezledim
Alnımdan garip terler intihar ettim
Bazen diz boyu mayınlarla korkakça dalga geçtim
Ne için, kim için
Hangi sebep ve hangi hâd ile?!
Kendimi düşününce bil/in/dim de
seni düşleyince
Bil/e/medim
Biz / için diyemedim.

Sırtımda ağaran yükün farkındayım
Ellerim ki göğe açılan bir çift aval
Şimdi, kaideyi bozmak adına bir istisna bilesem dişlerimce
Dilimin doğurganlığına kısırlık düşer
Sonra nasıl susarım?!
O vakit bana da ince bir rüzgarın teninden
Gırtlağıma lâl bir avaz
Kendime de bozkırdan bir a/yaz girdirmek düşer
Düşünsene, ben susmazsam eğer
Kim seni kendiliğinden, kendine armağan eder?!

Fukara isteklere bel bağlanmıyor
Kaldı ki, ben o kadar cesaret ehli değilim
Sensizliğime mektuplu bir günde
Dünüme ağlayacak kadar gözyaşı ezberleyemedim
Hay Allah!
Ne kadar da tembelim..
Yoksa ben mi çok’um bu yoklukta?
Ben miyim yokluğun yüz/süz/ü yoksa?
Yokluğunca şiir eskitsem de perdeleri tarayan rüzgar efendiliklerinde
Benden başka bir matem bekleme
Say ki,
Sana ağlayacak bir çift göz budalası hiç olmadı
Say ki yanağımdan süzülen saçlarım senin ellerinle hiç taranmadı
Benim kadar unutmaya meyil et biraz
O hiç hatırına koyamadıklarını!
Öğreniyorum işte
Hiç olmamış gibi yaşamayı
Aklımın bilmem kaçıncı tozlu rafına hatıraları mıhlamayı
Seni yokluğunla var saymayı
Söylenmemiş sözlerini kendimce kılıflayıp, kulağımda çınlatmayı
Filintası kör bir bıçak olan o intihar girişimlerinden kendimi soyutlamayı
Deniyorum işte
Bu kadar derin bir mevzudan sağ çıkmayı.

Çok fiyakalı bir dönülmezin yolcusuyum
Senden ve benden fi tarihinde bahsedilmiş gibi yapabilecek kadar umutsuzum
Şimdi çekiliyorsam eğer, kalan birkaç güzelce’nin sus yorumuyum…


Zeyneb Özge

03 Ağustos 2008

Asude Bahar II

buradayım, bıraktığın gibi
mıhlanmışım serüven rengi gidişlerine
ne zor ayrılıklar;
bakma sen umrumda değilmiş gibi göründüğüme.
kan dolduruyorum şimdi avuçlarıma
yokluğuna
haftalık da olsa alışmak zor.
ekiyorum değmişliğimi yanaklarına,
eksiliyor şimdi yokluğunda
senli büyümelerim.
benim göz bebeğim;
o bebekler ne güzel beşikti sana.
asude baharım,
bebeğim!..


Filiznur



01 Ağustos 2008

Bir tek acıların kaldı gözyaşlarımda..

Bir tek adın kaldı dudaklarımda
Bir de gözlerimde hatıraların...
Hani dik duracaktık acıya,
Hani aynı yürekle gülüp
Aynı gözlerde ağlayacaktık sevdaya...
Şimdi yalnızlığın ipi geçti boynuma.
Yokluğun yükledi sırtıma...

Bir tek acıların kaldı gözyaşlarımda..
Güneşi bile ağlatacak acıların..
Oysa ben yemin etmiştim,
Acıların icin sırtımı semer bileceğim diye.
Söz vermiştim,
Sensiz ölmeyeceğim diye...
Şimdi sensizlik duruyor başucumda..
Şimdi ayazlar yüregimi sorguluyor
Ayrılığınla yüzüme vurduğun kapımda..

Söyle ne olur...
Beni unuttuğunu söyle...
Hiç sevmediğini haykır..
Yeminlerinin yalan olduğunu,
Sevginin sahte olduğunu vur yüzüme...
Yemin olsun ki,
Bir damla gözyaşı düşmez artık..
Çünkü gittiğin gün,
Ayak uçlarında
"Sana" ölmüştüm sevgili..


31 Temmuz 2008


hüzün sularında kırılan ayna
kendisinden başka ne gösterebilir ki?

Nazan BEKİROĞLU

29 Temmuz 2008

Esirgeyen, Bağışlayan

yalın ayak ruhlar gördüm
kulpu kırık testileri dolduran
boynunda hasretin ipi
taburesi ayrılık olan

çıplak bedenler gördüm
kat kat kini giyinmiş.
boynunda nefretin ipi
taburesi kibir olan.

öyle yürekler gördüm ki,
affedici, şefkâtli, merhametli
boynunda günahların kefareti
seccadesi;
esirgeyen, bağışlayan
Allah'ın adıyla başlayan...


Filiznur

25 Temmuz 2008

Eyvallah


Kurak Düşler Şimdi Ellerimde Büyüyen
Senli Umutlar Kuşanmıştım Kırılgan Umutlar Takıldı Ufkuma
Umut Kanrevan Yürüdükçe Yol Büyüyor İçimde
Düşündükçe Kahır
İçtikçe Akşam Kazılıyor
İçtikçe Zehir

Sana Gelişim Adımladığım Sokakların Kanamasıydı
İçimde Debreşen Mülteci Kimliğim
Oysa, Oysa Sen Bilmiyordun
Ne Çok Merakına Düşerdi Yüreğim
Ne Çok Adın Takılırdı Ayazına Gençliğime
İçimde Büyürdün Sessiz Sedasız
Şiirime Düşerdin Şiirim Dillenirdi
Seni Haykırırdı Çığlık Çığlığa
Cellat Tutsağı Bir Geceydi
Bir Yanda Yanık Bir Yüz Suretiyle Ben
Bir Yanda Gidişinin Buz Kesmişliği
Yorgun Bir Çığlıktı Ağzımı Dolduran
Yenilgi Kisvesinden Kahır, Dur Demek Sana Ne Mümkün
Kararın Çoktan Yola Çıkmıştı

Bir Mucize İstedim Senden
Kimsenin Bilmediği Kimsenin Uğramadağı Düş
Bu Baharda İçime Kar Düşüren Şafak Kelepçeli..
Çirkin Yüzünde Gecenin Sabahlara Sevdalandım
Zamansız Kuşatmaların Yenik Türküsü
Bırak Beni Bırak
Bitti...

Bir Uzak Diyarda Yıllar Geçirdiğim Tenha
Hep Yabancı Yüzler Ardımda Yabancı İzler
Kuytularda Susuşum Aynalara Küsüşüm
Hep Yokluğundan,
Hep Yokluğundan Bu Zehir Zemberek Korkular
Kaçtıkça Sana Çıkışlarım
Elime Yüzüme Bulaştırdığım Bu Çaresizlikler
Mucize... Mucize Olamadı mı Sende Adım
Doğurganlığım Yalnızlığa
Büyüttüğüm Sevdaların Mührü Dudaklarımı Yakarken
Atılmış Her Adım Sözüne Namluya Bir Kurşun Sürdün
Benden Beni İsteme
Bırak...
Bütün Yollar Aksın Yüreğimde
Çatlasın Ellerim Puslu Köşebaşı Tenhasında
Müebbet Tellallığı Yapadursun Yüreğim
Bırak... Zararım Dokunmasın
Bırak... Bu Sevda Da Ziyan Olmasın
Bırak...Bitti !!!

Ey Karanlıklarda Hapsoluşum
Ey Geçmişine Tutsak Sevdiğim
Kadınım...
Hiçbir Yara Kapanmıyor
Kapandığını Sandıklarımızsa İçin İçin Kanamakta
Bak, Gör Talan Olan Her Şehir Benim
Şehir Şehir Talan Olan Benim
Yorgun, Savaş Mağlûbu
Düşlerde Can Çekişir Gece
Gecenin Kuytusunda Can Verir Düşler
Boğulmuş Bir Şafak Uzaktan El Eder
Gün Doğumu Sancısında Uykusuzluğum
Zemherinde Yanışım Acılarda Kalışım
Hep Yokluğundan....

Şşşt!..
Sus Artık
Hüzne Düşler Bulaştıran
Hangi Sevdanın Diyeti Tam Ödendi ki
Ne Zaman Aşk Sıyrılsa Kabuğundan
Cinayet İşledi Uğruna Deli Yüreğim
Her Gece Sürgün Etti Kendini Kendinden
Korkularım Diz Boyu
Nereye Gitsem Hayalet Sevdalar Dikiyor Gözlerini Üstüme
Sana Arınmadan Gelemem İçim Kanıyor
Bırak
Beni Bırak Bitti...
Nihavent Şarkılar Dillenirken Huysuz Gecelerin Koynunda
İç Cebime Umutlar Dolduracağım
Döneceğin Günü Bekleyeceğim Bana
Gittiğin Günü bir Hatırla
Dert Etme Gülüm Tasalanma
Döndüğünde Bulacaksın Elinle Koymuş gibi Beni Burada
Kurak Kalmış Sokaklar İnadına
Islaklıklar Kuşanacağım
Ve Seni Burada Bekliyor Olacağım
Şafak Vakti Güneşe Eyvallah
Yırtılmış Zemheriye, Güze Eyvallah
And İçilmiş Çığlıklara
Sevdaya Eyvallah...
Elbette Döneceksin Günün Birinde Bana
Eyvallah Sevdalım Eyvallah


Elif Tuncer