30 Ekim 2008

Beni Susarken Bölme!!!

Yüzünün hangi oylumuna takılsam
Uçsuz uçurumlara düşüyorum
Ağlayınca şişen göz kapaklarında
Hangi tankerleri yüzdürdün bu akşam?
Sığınağımıza kaçan birkaç damla yağmur
Gözyaşına mı karıştı yoksa?
Fazla değil mi bu sessizlik ikimize;
Beni susarken bölme!

Satır aralarındaki sızıntıdan kendimi ele veriyorum
Ben sana, seni gösteren bir aynaydım
Dökülseydi sırlarım sen de göremeyecektin
Ben ki kendimi yine sırlardım
Sen kendine yeni aynalar bakmasaydın
Buldun mu yüzüne en uygun olanını?
Ve ağrılarını saklayabildin mi, sırsız aynaların sırrına?
Kulaklarıma sağır sesler peydahladım
Beni susarken bölme!

Az daha doğduğumuz öykü de ayaküstü ölüverecektik;
Anamızdan emdiğimiz acılar burnumuzdan gelecekti az daha…
Dipsizliğinde dibi tutarmış sandık, sanma oyunlarımızda
Meğer suskunluğumun dibi karaymış
Ben kuyu sanmışım
Beni susarken bölme!

Merhemine biraz Ağrı sür biraz Toros
Yol ortasında adresim yutuluyor bırakma ellerimi
Duru durdurmaya duramıyor, durak sandığımda köprüleri
Oysa her şeyi birleştiren köprüler yine ayırdı bizi
Saçlarını sakladığın rüzgarı biraz savursan
Açılmayacaktı bu kıyı şeridinden
Zulamdaki sardunya suskuları
Beni susarken bölme!

Ellerin büyükken ellerimden
Hangi coğrafyama sakladın, mendilleşen parmaklarındaki yaşları?
Bana do minör bağırma
Uslu bir su kuşuyken bünyemde
Verdiğin geçici rahatsızlık için, ömür dilerim senden sadece!
Ben sana ne yaptımların kaldı bak
Bu ucube caddelerde
Susmanın onaylamak olduğunu hatırlattığın bir gecede
Beni susarken bölme!!!


Kahraman Tazeoğlu



29 Ekim 2008

Bir Düş Bozukluğundan Kanserli Yansımalar



‘Sessizliğimin ipini çeken ses bu şehri İstanbul’un nefes alışverişleridir’



Zaman bir ibrikten dökülüyor cemalime. Ve kalınca izler bırakıyor çehreme. Beyin zarıma koca bir çengel asılıyor. Soru işareti: doğrumun bir demirle bükülüp altına küçük bir nokta iliştirilmesi. Kıskıvrak. Üstelik cevapsız da. Yalpalıyorum. Sokak lambası altında zikzaklar çizen ellerim 'yar suretini' yontuyor suya. O yontuldukça kıvılcımlar eleniyor saçlarıma. Yanıyorum. Acımı tutup fırlatıyorum suya. Ne yüzebiliyor ne de boğulabiliyor. Tutup çekiyorum kolundan ve tekrar iğneliyorum yakama. S/usum var diyorum size. Duymuyor musunuz? Gürültü de yapıyorum üstelik 'yar ayağına'. Ama kelimelerim ağzımdan büyük. Bu yüzden parçalıyorum onları:

Sus... sus ... susuyorum!

Zihnime bir kıymık saplanıyor. Kıyıyor düşlerime. Düşlerime ışıltılı merdivenler inşa ediyorum. Bu kez aşağı inen merdivenler. Tırabzanlar çıkıp elimde kalıyor. Düşüyorum...
Kanırtılmış sabahlara uyuyor gözlerim. Kafiyesi kemirilmiş şiirlere uzanırken, sırtım açıkta kalıyor. Üşüyorum sessizce.

Ellerimden hicret var… Gözlerimde gazveler… Savaş serzenişlerin çığlıklarında boğuluyorum. Görmüyorlar. Yine kimse bilmiyor kemirgen ısırıklarla kıvrandığımı. ‘Madem git’ lerin sinir bozuculuğunda şizofrenik düşler biriktiriyorum beynime. ‘Keşke gel’ silsilesi vuruyor usumu. ‘Koca bir intiharla gerdeğe gir’ lafızları zorluyor ar’ımı. Mahremin mi kaldı ki aşktan gayrı?
Sebebimi ketum bir şehre yüklemeye çalışırken kalk diyor bir ses. Kalk ve diril sanrılarından. İffete bürünmüş bir düş düşüyor önüme. Tutmuyor ayak parmaklarımdan. Velveleye tutuluyor dilim… Kusuyorum…yine yemyeşil…Kalkamazdım diyorum ve girift kalıyorum.

Yangınıma su taşımayan sucular mı suçlu. Yoksa en çok onlar mı sevi hak edici. Cevabı suretime düşmeyen sıretimde gizli. Aynada yansımayan yüzümde var bir görmediğim. Görünmeyende saklı yanım. Ve hiç görülmeyecek olanda mahfuzum.

Bırakın yar nerede oturursa otursun. Gülücükten kulelerde, görkemli sevilerde, ihtişamlı öpücüklerde yaşasın. Billur suretler geçsin bakılası gözlerinde. Bırakın adına neşve düşsün ,kalbinin eteklerine yıldızlar. Mubah kılsın kendine ağzı kulaklarında sevda günahlarını. Bir yaşamı tam ortasından avuçlasın. Sesini düşürsün nağme arayan nakaratlara. Nakaratlarca yaşasın yar! Tekrar edilsin dirildikçe. Sarmalansın sarmaşıklarca.

Ki ben yine meftun olayım gide(meye)ne… Bir dağın eteklerinde sessiz figanlar biriktireyim hiç olmayana. Boğulayım yaşayamadıklarımda. Kaydım düşülmesin hiçbir ölüm döşeğine. Yerim hep sıcak kalsın hiç olmamışım gibi.

Anka kuşu özendirme çabalarına giriyor son demlerimde. Boşuna uğraşıyor; küller son dönemeçteki sağ yoldaydı. Ben artık köprüden çoktan geçmiş bir leşim…Ve göremediğim son tabela:

‘Köprüden önce son çıkış’


Çok geç/ti…



Merve Ayata

14 Ekim 2008

Zayi Etmek İçin Tüm Kaçışlarım!..

hileli dudaklarından
döküleni şerh ediyorum.
süreçsiz bir izdiham değil miydi,
gecenin yüzündeki tırnak izleri?...
içimdeki kanamalara tepiştirdiğim
yokluk vakitleri!...

tenhasına ölümleri düşerken
parmak uçlarımda kanıyorsun!
sen, mabedimde kaç adağı
meserret kurbanı keserken,
ben sana ana rahminden
beridir yabancıymışım!...

zayi etmek için tüm kaçışlarım !...


Filiznur Atalan

12 Ekim 2008

ASREVYA!.. 15

Aklımın son ziyanlarındayım. Sen kadar yalan bir masala inandım…

Dişlerimin arasına sızan bir gerçek, gölge oluyor can kuşuma. Yıllanmış kafeslerdeki yorulmuşluğuma yanıyor. Gitmek için beni bekliyor kendince. Yandığım ateşler sönmez. Var git yoluna!

Kaç gün birikir bu boşluğa? Ki ellerim soğuk, üşüdüm.
Yüzümdeki aynaları kırdım.
Gözlerimde görünmez ömrüme sıkışmış olanlar.

Soğuktu… Üşüdüm.
Şehirden bir fırtına giydim ruhuma. Ona-buna çattım ilkin. Elinden tutarken tüm yaşamaların öyle uzak, öyle soğuktu yüzüm. Kırdıkça kırılganlaşmıştım. Üstüme basa basa geçerken günler yazdım ilkbaharın ardında. Hemen sonbaharlaşabilecek bir kuvvette. Sonbahar olmak direnmeyi gerektirir. Bilinir, sararmış bir yaprağın ömrü gücü kadardır. Bir gün mutlaka dalından kopup gitmeyi göze alacaktır. Ve bir yaz eteklerinde hep sonbaharı taşır.

Masal diye araladığım dünyanın kapısında kâbuslar ağırlıyor ruhumu. Oysa korkağım. Karanlığa tutunamam geceleri. “Geçti” sözcüğü avutmaz beni. Yollardayım. Kaybolmayı deniyorum ayaküstü. Hep aynı yolda kaybolmayı denemek bir tevafuk mu yoksa yalan bir kayboluşa gitmenin en kestirme yolu mu?

Penceremden deniz görünmüyor. O çok sevdiğim sahil kasabası çok uzağımda. Oturup günlerce yazdığım, sessizliğe başımı dayadığım, ıhlamur ağacı altında kahvemi yudumladığım, telvesine kendi acımdan da kattığım, bırakıp geldiğimi zannettiğim, bıraktığım; ama gelemediğim yorgun kasaba… Gece, dalgalarını vururdu kulaklarıma. Göz kapaklarım yorgun düşüp kapanmasa gün hiç bitmeyecekti orada. Büyük şehrin ruhuma kattığı alışkanlıkların hesabını soracaktım ona; neden sessizdi, neden kanatmıyordu da yara sarıyordu her defasında?

İnsan var olan sızılarından kurtulabilmek için mi dönerdi geçmişe? Geçmişte bitmiş hesapların az can yakıcılığından mı medet umardı? Birileri için geçmiş sayılan bu yer daha önce geçmemişti ömrümden. Geleceğimden geçmesi muhtemeldi, geçmişle baş başa kalmasaydım belki. Anadolu’dan öğrendiğim gerçekler vardı. Biz gidenleri toprağa uğurlardık. Denizin elleri kerpeten olmazdı cesetlere. Çöl çatlaklarımızın kıyısından akan çay, intihara meyledenlerin ilk durağı olsa da yaşamak ağır basardı son adımda. Limanlarda bekleyemedik hiç. Hiçbir gemi beklediğimizi getirmezdi. Çünkü denizin suyu sızmadı şehrimize. Çok yakınca günün gerçekleri, terk edilen geçmişe döndük çoğu kez. Üstünden zaman geçmiş acılarımızda devâ bulduk. Sağ kalanları bazen trenle bazen otobüsle başka şehirlere gönderirdik. Sonra kendimiz de gittik. Kuraklıktan yeni hayatlar devşiremeyince ve kaybedince kalmayı gerektiren sebepleri, göç ettik. Tuttuk İstanbul’un elinden. ‘Düşürme e mi?’ diye de tembihledik. Kan kustuk kızılcık şerbeti içtik dedik. Büyük şehirde yaşamaya yenilmedik. Kendi masallarımıza yenildik. Parmaklarımızın altında can bulanlardan başka en fazla ne yakmıştı canımızı? Ölümler mi? Zaten her bir ölüm yazılan olmamış mıydı?

Hiçbir ölüm son değildi. Yaşadıkça kabaracaktı bu liste. Dilimde bir cümle ayrılacaktı onlara; “İnnâ lillâhi ve innâ ileyhi râciûn”

Ölümlerin götürdüğünden arta kalanlara ben diyebiliyordum. Dururken kırık camların yamacında yabancı bir yüzdü hayal-meyal gördüğüm. Oysa aynalardaki yüzümü ‘ben’ diye biliyordum.

Yorgunum…
Kalemi bırakmalı…
Uyuyorum…

…//

Ertesi gün…

Yaz kendini iyice hissettiriyor şehrime. Gittiğinden beri tüm seherler ayrılığı vuruyorsa beynimde ve ayak izlerinse düşüncemde dolaşan, düşmüşsem karanlığa o halde hangi mısradan tutunup yaşamalı şimdi?

Asrevya!..

Bu bir masal mı mektup mu bilmediğim… Masalsa –ki hep masal diye dillenecek- uyunması için yazılmayacak, mektupsa asla adresine yollanmayacak… Yazdıklarımda sen de bulunmayacak. Gitgide kaybolacaksın. Zaman bize bu sonu oynayacak. Belki de en doğrusu bu olacak.

Anlaşılmadım. Sonu gelmeyen üç noktalı cümlelere sığınmak mıydı suçum? Suçum, sana yazmak mıydı? “Asrevya kim”ler “neden Asrevya”lar uzadıkça, anlatmam beklendikçe payıma hiç mi anlaşılmayı beklemek düşmezdi? Gör ki nasıl yanlıştık Asrevya. Bu oyunda yanmıştık. Kaybeden çekip gitmeliydi. Söyle hangimiz gideriz şimdi. İlk önce sen mi yoksa ben mi?

Buralar uslandırmaz ruhumu. Gitmeli…

Giderken yanıma aldığım birkaç cümle, birkaç gözyaşı, bir de hoşça kal… Uzun yolculukları sevmem gidip gelmeler için. Beynimden vapurlar kalkar o yaradan bu yaraya. “Orda bir köy var (mı) uzakta (?)” gidilmeyen, özlenilen…

Dönüp baktığında aynalara yüzünü görebilir misin Asrevya? Her defasında daha bir derine gömerken neye ve neden yazdığımı, anlamlandırabilir misin kendi içinde varlığını?

Yağmur bardağından boşalıyor pencereme. Doğru, gitmeliydi; kalmamalıydı daha fazla. Yazık! Yanlış cümlelerde var olduk. Büyük ağaçların gölgesinde küçük kaldık büyümelere. Geçmişime döndüm yine. Dedim ki içimden; sen neredeydin, ben kimdim “anne”? Belki dedi ki içinden; git ve gelme!

Bir adım daha atsam yakar mıydı yani bizi bu cehennem?
Döndüm “anne”
Şimdi
Git ve gelme!

Yaşadıkça ve yara aldıkça her savaştan “öldürmeyen acı güçlendirir” diyen teselli sözcüğü hangi zamanda üflenmişti kulağıma? Kervanlar geçerken ıssız çöllerimizden, katledilmemek için susabilir miydik Asrevya?

Dizleri kanamalı geçmişim vardı. Yalan sözlerle uslanmaz çocukluğum… Elma ağaçlarına çıkıp düşmekle geçerken hayat, yürüyüşlerimde eksik bir adımdım. Yanıldım. Sokaklarda kaybolurken önümden dönen gölgeyi sen sandım. Öldüğünü unuttum, yaşadığına inandım. Sesin çıkmadı, yüzün görülmedi. Her defasında “ben öldüm” çığlıkları atıyordu yokluğun. Ruhuna sûreler dokuyup kenara çekilemedim Asrevya. Gittiğinle kalamadım… Bir nefes daha… Hadi sabır, bir nefes daha diyip itelerken ömrümü yazıp yırttığım satırlarda kaldım. Belki bir nebze yardıma muhtaçtım. Yeniden diyebilmem için yenilenmem gerekti. İçimde birikmiş tüm kalemler yenikti. Bu sessizlikte kimden cevap beklenirdi? Söylesene aşk denilen ülkede yıkılan kalelerin hesabı kime sorulurdu Asrevya?

Elleri kınalı kundaklarım vardı. Yarınları büyütmek için sakladığım, gözlerimin siyahîliğinden ölüm nârâları atılırken dört bir yana; tavan aralığında saklandığım…



Bazen ölmek vardı meydanlarda,
Bazen üç başlı ejder gibi yaşamak inadına…
Nice senelere yürürken susmayan kalemimle iyi ki doğmuş muydum Asrevya?
Dilinden dökülen son yalandım,
Doğrulanamadım. Ben sende yanlışları denedim, doğrulara yenildim.

Eski odamın camı incir ağacına bakardı. Çocukluğumda kurduğum hayalleri dallarına takardım hep. Büyüdükçe değişmişti birçok şey. Değişmesini beklemediğimiz her şey… Kışın karlarda kapanan sokaklarımız yoktu. Yağmuru karşılayınca şehir, çamura boyanmıyordu eteklerimiz. Eski masallarımız da yer bulmuyordu kulaklarımızda. Keloğlan, pamuk prenses mışıl mışıl uyuyordu kitaplarında. Yeni masallarımızın yüzü mutluluğa çıkmıyordu. “-dı” ve “-mış” lı geçmiş zamanlarda kalmıyorduk. Şart oluyorduk, şimdiki zamana yelteniyorduk, “-yor” da duruyorduk. Yoruluyorduk.

Sen kimdin Asrevya?
Kim olmaya gelmiştin de geri dönememiştin?
Ölmeyi mi tercih ettin
Yoksa
Saklanmayı mı seçtin?
Öyleyse
Yanlış nakaratlarda kara libaslar arama kendine
Saklanmak için kaybolmayı göze almalı bir kere

Hadi susma Asrevya
Hadi sen de söyle
Yazık ömrümüze!..


Zaman geçiyor. Yalın ayak çocuk bir “son” dileniyor düşüme. Kendine baktığında beni görebilseydin kırık kalemler oturmayacaktı öyküme. Apar topar gitmeyecekti birkaç kelime. Kendime baktığımda seni görmemek için kör olmalıydım o halde. Gözlerim bağlanmalıydı üst üste derilerle. O zaman dilim söyleyecekti ya. O sussa içim buradasın diyecekti.

Sana kal demem Asrevya
Git demeyeceğim gibi…
Uykusuzluğumun baş yayına mimlenmiş satırlar değiyor gözlerime;

Verilmiş sözlerden inciler dizerken bileklerime
İnandığım tüm sözcükleri
Unutulmuş cümlelerin içine sığdırdı “her kimse”

…//

Şimdi ise
Sularımda yağmalanırken ateş
Devrik bir cümle oluyorum
Yalan-yanlış sevdiğim tüm masallara…


Ve sen Asrevya!
Ağır aksak masallarda kalır varlığın.
Arama! Yazıldığın halini aslında bulamazsın. Düşerken dilden dile bilinmeyen akrostiş bir isimle hüzün diye dillendin ellerimde. Anlatacaklarım çok, yeni mevsimler eşliğinde. İlkbaharda kurulurken tüm köprüler sonbaharı beklemeden yıktık hep. Kendi boşluklarımızı başka yüzlerde doldurmaya çalıştık kimi zaman. Küçük suretlere devleşen insanlar gördük. Gör ki ne çok yürüdük… ‘Git-gel ve dibe vur!’ olsa da hepsinin son sözü…

Beyaz oldum sonra siyah sonra pembe. Bir fırça vurulsaydı yüzüme ölüp devleşecektim kendi öykümde.

Bir misafir kadar kaldım kalemimde. Yazıp gittim, söyleyip sustum… Büyük harflerin ardında kaldım, ne görüldüm ne anlaşıldım. Vakit çok ilerledi. Şimdi üçüncü tekil şahıs olarak soluklanabilmeliyim bir yerlerde…

Artık yazmam mı dersin Asrevya
İyi düşün, yanılma…


Tuba ÖZDEMİR

05 Ekim 2008

/..Seni affedemediğim için ne olur affet beni../

Seni affedemediğim için ne olur affet beni,

Şimdi diz çökmüş,
beni benden istemek için kapımdasın,
Sensiz ağladığım gecelerime ihanet
ve
Seni unutmak için içtiğim meylere tövbe edemem,
Sensizliğe aşığım artık,
Seni özlemeye,
Seni tanrıdan dilemeye,
Bir gün dönmeni beklemeye vurgunum ben,
Senin dönmeni görmek istemiyorum,
Sen yanımdayken,
Sensizliği özlerim ben.

Seni affedemediğim için ne olur affet beni.

Seni affedersem,
Gidişine yazdıklarım küser bana,
Sokakta top oynayan çocuklar arar beni,
Bir başıma kuşlara yem atışlarımı
Bir de seni andığım yalnızlığımı terk edemem,
Seni sensizlik ile değiştim ben,
Bedenin olmadan da sevebiliyorum seni,
Saçlarına dokunup,
gözyaşlarını içmeden de sevebiliyorum seni.
Hani sen beni bana bırakıp gittiğinde
“Gitme ne olursun” ki inleyişlerimin,
sen varmış gibi uyuduğum gecelerin,
güneşten önce uyanıp,
yanımda olmayışının tokat gibi yüzümde parlamasının,
her dua edişimde “dön artık” diye çocuklaştığımın,
sensizliğin bana yaşattıklarına vurgunum artık ben.

Seni affedemediğim için ne olur affet beni.

Ben sadece bir gün kapımı çalmanı beklemeyi sevdim,
Kapımı çalacağın günü istemedim,
Ben sadece senin beni düşünüp uyuyamadığını bilmek istedim,
Bensizliğin seni yıktığını öğrenmek istemedim.
Ben sensizken seni nasıl sevdiğimi gördüm
Şimdi bu yalnızlığımda bize yer yok,
Seni affedemem,

Seni affedemediğim için ne olur affet beni…


Reşit TURAN