23 Kasım 2008

Habil Yüzlü Masallar Biriktirdim Yokluğunda !

Ey körlüğümü kör eden gece! Ne düşerki payıma zifir sessizliğinde?

Yâr yardı yüreğimi, ben; sen kanadım... Ne Leyla'ya Mecnun kalabildim senin varlığında, nede kendimi atabilecek bir kuyu bulabildim yokluğunda... Ben ne dağlar delecek kadar aşıktım, nede uğruna ölünecek kadar maşuk... Kalbimin çöllerini aşamasada Mecnun, gözlerimin kuytularında boğulsada aşk ve yalan kadar sadık olamasamda yalan hayata, ben; sen kadar zifir yazgımla bir sana sadık kalabildim bu hayatta birde ölüme... Züleyha'lığa Mecnun Firavunlar "gayri sadık" damgası vurup kendi hayatımın gözlerinden düşürürken beni; ben senin gözlerinde ne çok büyüdüğümün bilincinde değildim elbet... Ebedi aşksızlığa müebbet kararı vurulsada tek celsede boynuma, ben; kendi hükmümü kendim yazdım alnıma... Yusuf'un gözleriyle dirilmek adına, atıp kendimi kör kuyulara, müebbet suskunluğu urgan yaptım boynuma... Uzak kentlerin baykuş çığlıklarına gizledim sessizliğimi... Sen, karanlığını yakan zılgıtlarıma aldırış bile etmezken kör kuyularda körelen susuşlarım sadece kendi gözlerimde yankı buldu... Sen, seninle körelttiğim gözlerime martı leşleri sundun, günaydınları hiç olmayan sabahlarımı aydınlatmak adına... Üstelik yâr dedin ölü kuşlarını astığın yalancı sabahlara... Koynunda yediverenler yeşertmek adına beni martı leşlerine terkettin ve gittin... Ben yarsız kaldım... Yani yarasız... Yani sensiz...

Şimdilerde bana bıraktığın yalancı yarlara yalan yaralar kanatıyorum... Düş yiyen gözlerimi martı leşlerine çevirip: "Bak yar!" diyorum... "Bak yar!" Yıldız yıldız söktüm sen yazılı göğümün alfabesini... Kör sitemler batırdım adını aydınlatan tümcelerime... Gün yüzü görmeyen yüzüme yar yüzünü haram kıldım... Kendime açılan kapıları sensizliğe kapadım... Ve gözlerimin sensizliğe mühürlü kapılarını ceset kokulu yarınlarla açtım... Baykuşları barındırdığım gözlerim o kadar kördü ki; geceyi utandırdı siyahı... Şimdi... Şimdi gözlerim bana kalsın yâr bütün körlüğüyle...! Sen, gözlerimin bahçelerinde, baykuşları besle gözlerinle... Al... Sana gece getirdim ceplerimde... İhanet kadar karanlık... Ölüm kadar kusursuz... Süs diye tak gözlerine...

Bak! Yokluğunla büyüttüm ben bu zifiri yalnızlığı... Avuçlarımın arasında kalan senle geceyi kararttım... Gün doğumları hiç olmayan bir kentte, her akşam gün batımıyla tükenen zamanla avuttum yokluğunu... Hıçkırıklarını boğdum ölümün, karşı yakası hiç olmayan denizlerde... Yalnızca Azrail'i büyüttüm çocuksu düşlerimde... Sen bütün sağırlığınla duymazken beni; gözlerimde yankı bulan suskunluğumu Yusuf duydu sadece... Oysa ben ne Yusuf kadar aşktım, ne Züleyha kadar aşık... Yakup kadar kördüm sadece... Bu yüzden bir tek gece kaldı ömrü delik ceplerimde... Öyle bir gece ki; yıldızları adınla söndürüp, düşürdüm solgun günceme... Ay'ı gözlerinde boğdum... Ve gelen güneş Yusuf'unu armağan etti Yakub'a, senin gözlerinde... Ama sen; Yakub'u kör ettin Yusuf yüzlü gidişinle...

Gittin! Beli bükük bıraktın zamanı... Akrep ölümü vurdu... Yaktığın bu yangında İbrahim olamadım ben... Yanmayı seçtim yangına... Önce kalbimin mabedindeki yüzün kadar masum, yüzün kadar hüzün yüzlü putları kırdım... Bu cinayeti ben işledim... Bu cesetler benim... Boynuma urgan yaptım baltasını aşkın... Ben o büyük putu oynadım putlaşmış insanların dünyasında... İbrahimi cesetler biriktirdim kalbimin kuytularında... Ve gidişinle körelttim suçlarını zamanın... Adın damladı Kabil'in katil gözlerinden damlayan, pişmanlık yüklü kanla aşka... Habil kadar maktül, Kabil kadar katil olsamda ilk sahnesini hep kaçırdığım bu hayat tiyatrosunda ve yaşamımda kibritçi kız hikayesinin kahramanlığına terkedilip hayatın kaldırım köşesi ıssızlığında unutulsada ruhum, ve inadına ölümümde uyuyan güzel uykuları çok görülsede bana; ben Habil yüzlü masallar biriktirdim yokluğunda... Öyle ya... Ben aşkı Züleyha'ya bıraktım... Mecnun'un çöllerine gömdüm aşkı... Yusuf'un yüzüne sakladım suretini... Yakub'un gözlerine sapladım... Ve çocukların uyku kokulu masallarında unuttum aşkı... Külkedisinin baloda düşürdüğü aşk en çokda kurbağa prense yakıştı... Zaman 12yi vurdu... Masal kahramanları aşkı öptü prenseslerin gözlerinde... Ben ölümü öptüm Yusuf yüzlü gidişinde... Bu büyü böyle bozuldu... Şimdi uyuyan güzel uykularında ölümü bekliyorum...!

Fatıma ARSLANER

22 Kasım 2008

Ey Ömrümün Tam Ortasından

senin saçların şehrimin gecesidir,
yüzün güneşim,
kelamın kanımdır.
kadehe yılan düşmüşse
son akşam yemeklerinde
Yuda gibi erguvandadır
intiharım!...

siyah/beyaz tennuredir açılan
göz bebeklerimde.
yanarak aydınlat beni;
ateş/ışık...

tekin değil seni sevmelerim,
ardı sıra kırılan gök kubbe gibisin.
ey ömrümün tam ortasından
bıçak gibi ikiye bölenim!...


Filiznur Atalan

16 Kasım 2008

Bakraçtaki Eşkalim

Tüm perdelerini kapattım hayatın. Sandığın kokusu vurmuş kalbime. Soğuk bakraçtaki kanla yıkadım eşkalimi. Yatağımın başucuna astığım çocukluğumun ayakları sallanıyor hala. Ah çocukluğum! Yüzüne kim düşürdü bu kırışıklıkları?

Ceplerimdeki kurtlarımla besliyorum O’nu. Çürümeye yüz tutmuş ellerim neden hala titriyor? Gün yüzü görmemiş yüzüme bir ışık huzmesi değmesin artık. Bir şarkı dolanıyor dilime, “çekilin karanlıklar rahat bırakın beni, ölüme yaklaşmışken döndürmeyin yolumdan bedenimi”...

Kıtlama hayatıma son vuruş tekniklerini deniyorum kimse görmeden. Bir çocuk ağlaması kulağımda. Kolları ve bacakları kesik gövdemle bir başımayım. Hayretten ve gayret etmekten açık kalan ağzımdan bir örümcek giriyor içime. Ağlarıyla bir yol yapıyor iki kirpiğimin arasına. Hadım edilen duygularımın ağlayışları bile bitmiş. Bir karga ölmemi bekliyor beynimin ücra köşesinde. Yine didikleyecek etlerimi. Canı çekiliyor vücudumun. Gözlerimden gelen son damlada kanımı yitirdim. Son vuruşu yapsın artık bir cani. Fani acılarımın ölümsüzlüğü gergeflemiş ciğerimi. Hangi eğik matbaa harfi anlatır acıdan kıvrılmış hikayemi?... Sus, bak uykum geliyor…

Halbuki çok da uzak değildi çıtkırıldım mutluluklarım. Televizyonun gece yarısından sonra yayının bittiği, siyah beyaz günlerdi. Şimdi gözlerimde çocukluğumdan kalma yaşlarım, kapı önünde gazoz kapaklarım, ceplerimde çekirdeklerimle karışmış bilyelerim var. Çocukluğumu uğur/ladım intihar halatına yine. Bir ölüm bu kadar mı eğreti dururdu bir yüzde? Kesif bir ceset kokusu burnumda. Tehir edilen ölümüm müydü, yaşamım mıydı? Sus çocuk! Göğsümdeki kanla emziriyorum seni. Bir deri bir kemik kalmış ruhum, seni kendimle beslemekten. Ölü ruhların tecimerliğinde bir adım öne çıkıyor ayaklarım. Şimdi hangi tabut vücuduma tam oturur?

Ellerimle bileylediğim saç tellerimin üzerinde yürüdükçe bileklerim zonkluyor. Yürüdüğüm ve varacağım her yol kan gölü artık. Omuzlarımın üzerinde duran cisme sıkma anını gösteriyor zaman. Tırnak diplerimdeki dikenleri dişlerimle ayıklamaya vakit kalmadı artık.

Uykum geldi…

Şimdi cesetleri bile kıskandıracak bir ölüme dalacağım.

Ört üstüme ölü toprağını, sıcak tutuyor.

Bir psikiyatristin kıytırık raporuna, haleti ruhiyem, “anksiyete bozukluğu” olarak geçiyor.


Esma Aydın TORAL

13 Kasım 2008

Vaveyla










Bir damla hüzün düştü yüzüme, ruhum kırıldı
Bedenimden savruldu kırık can parçaları
Kim dolaştıysa gizli bahçemde kesildi sesi
Bir çocuğun vaveylası karıştı gecelerime
Bir an olsun eksilmedi kulağımdan körpe sesi

Geçmişle geleceğin terkibindeyim şimdi
Nazarımda bir sen varsın, gece, ihtiyar saki
Öyleyse sen söyle, derunum neden firaka ram
Hüzne serhat seyrinden usandı ömrüm saki
Bir lahza kesilse vaveyla ve uykuya dalsam


Ömer Faruk Çakır

09 Kasım 2008


İnşirâh…İnşirâh…İnşirâh…
Hâra düştüm, dilime kan değdi yüreğime od. Dâra düştüm Ey Rab bana bir inşirah.. Ah-u efgânımı bir dinleyiver, bu gece çok karanlık…katran karası olmuş göğsümü bir açıver…Daraldım

05 Kasım 2008

Yokluğunda Mavi Serdim Çarşafımı

Hoşçakalımsız bir vedadan geldim. Uğurlamasız bir türküden. Poyraz esen bir rüzgârdan kaçtım da geldim. Yüreğimi bir deniz kıyısına, bir gitar tınısına emanet etmiştim. Gitarımı sahilde bıraktım da geldim. Bütün harfleri kangren bir sevgiden nasıl kan damlar. Kanımı kefenime damlattım da geldim. Yazı gidişine neden bu kadar kırılgan. Daha şimdi bütün kalemleri kırdım da geldim.

Ey hayatımın çöl yanı. Yokluğunun ardında Kara-basanlardan kurtulmak için, bu gece, mavi serdim yatağımın çarşafını. Ki maviye bassalar gene acıtırlar mı canımı.

Bak yine dudaklarının arasında kayboldum. Sustun. Seslenmedin. İsmin önemli değil sevdiğim. Âşık olmuş, acı olmuş ne fark eder. Git-me derken iki hece arasında boğulan bir adamım işte. Tamda kendime kayıpken, yokluğumuydu götürmek için elini uzattığın diyar. Her otobüsün camında yüzünü arayayım diye mi gösterdin gözlerini. Ey gidi sevdiğim, eksilttin alfabemi. Hangi harfi çıkarsam hafifletir gidişini. Oysa bekâretini bozmadığım kelimelerim vardı. Ve bakmaya korkmadığım aynalarım. Şimdi, yüzüm yok, ben yokum, ensemin arkasındaki duvarı görürüm her aynaya korkuşumda. Duydun mu sevdiğim. Bakamadığım aynalarım, hatırlayışın olsun beni…

Ne kadarsan o kadara hapsettiğim yüreğimle karnını doyuracak bir it bulurum elbet. Gittiğin diyarlara benden selam da götürme. Gece-yim ben… Gece işte; mum eridiğinde arda kalan şey. Küçük bi çocuğun titreyerek kaçışı.

Gece-yim ben. Belki de bi hiç-in adamıyım. Ve katıksız sarıldı adam düşlerine, düşüyordu… Dipsiz kuyuda ağlasa, karanlıktı… Bağırsa “ne olur” diye, duyumsuzdu…Sus-tu. Adam düştü, ağladı, ölmedi. Sustu susuzluğuna. Çakıldan bi ev yaptı belki gelirsin diye kuyunun dibine. Adam sus kaldı. Çıkmadı kuyudan. Kendini kurban edeceği –yol-lardan gelip geçen otobüslere lanet okudu. Evet, otobüslerdi yüreğini bilmem hangi cam kenarında, cam kadar soğuk bi kente taşıyan… Öyle bekledi kuyunun dibinde…Elbet bi gün, o gün gelir… Kuyunun ağzında bir ay görünür… Dillenemez gece… Kal der… Ne olur sevdiğim ardın sıra bak o adama. Susuna hapseder kelimelerini. Ve ardın sıra iki kelime, iki hece bi ikileme ki bir harfini çıkarsan ne de güzel olurdu kokusu…

Ey yar gül-e gül-e…


(alıntı)