31 Temmuz 2008


hüzün sularında kırılan ayna
kendisinden başka ne gösterebilir ki?

Nazan BEKİROĞLU

29 Temmuz 2008

Esirgeyen, Bağışlayan

yalın ayak ruhlar gördüm
kulpu kırık testileri dolduran
boynunda hasretin ipi
taburesi ayrılık olan

çıplak bedenler gördüm
kat kat kini giyinmiş.
boynunda nefretin ipi
taburesi kibir olan.

öyle yürekler gördüm ki,
affedici, şefkâtli, merhametli
boynunda günahların kefareti
seccadesi;
esirgeyen, bağışlayan
Allah'ın adıyla başlayan...


Filiznur

25 Temmuz 2008

Eyvallah


Kurak Düşler Şimdi Ellerimde Büyüyen
Senli Umutlar Kuşanmıştım Kırılgan Umutlar Takıldı Ufkuma
Umut Kanrevan Yürüdükçe Yol Büyüyor İçimde
Düşündükçe Kahır
İçtikçe Akşam Kazılıyor
İçtikçe Zehir

Sana Gelişim Adımladığım Sokakların Kanamasıydı
İçimde Debreşen Mülteci Kimliğim
Oysa, Oysa Sen Bilmiyordun
Ne Çok Merakına Düşerdi Yüreğim
Ne Çok Adın Takılırdı Ayazına Gençliğime
İçimde Büyürdün Sessiz Sedasız
Şiirime Düşerdin Şiirim Dillenirdi
Seni Haykırırdı Çığlık Çığlığa
Cellat Tutsağı Bir Geceydi
Bir Yanda Yanık Bir Yüz Suretiyle Ben
Bir Yanda Gidişinin Buz Kesmişliği
Yorgun Bir Çığlıktı Ağzımı Dolduran
Yenilgi Kisvesinden Kahır, Dur Demek Sana Ne Mümkün
Kararın Çoktan Yola Çıkmıştı

Bir Mucize İstedim Senden
Kimsenin Bilmediği Kimsenin Uğramadağı Düş
Bu Baharda İçime Kar Düşüren Şafak Kelepçeli..
Çirkin Yüzünde Gecenin Sabahlara Sevdalandım
Zamansız Kuşatmaların Yenik Türküsü
Bırak Beni Bırak
Bitti...

Bir Uzak Diyarda Yıllar Geçirdiğim Tenha
Hep Yabancı Yüzler Ardımda Yabancı İzler
Kuytularda Susuşum Aynalara Küsüşüm
Hep Yokluğundan,
Hep Yokluğundan Bu Zehir Zemberek Korkular
Kaçtıkça Sana Çıkışlarım
Elime Yüzüme Bulaştırdığım Bu Çaresizlikler
Mucize... Mucize Olamadı mı Sende Adım
Doğurganlığım Yalnızlığa
Büyüttüğüm Sevdaların Mührü Dudaklarımı Yakarken
Atılmış Her Adım Sözüne Namluya Bir Kurşun Sürdün
Benden Beni İsteme
Bırak...
Bütün Yollar Aksın Yüreğimde
Çatlasın Ellerim Puslu Köşebaşı Tenhasında
Müebbet Tellallığı Yapadursun Yüreğim
Bırak... Zararım Dokunmasın
Bırak... Bu Sevda Da Ziyan Olmasın
Bırak...Bitti !!!

Ey Karanlıklarda Hapsoluşum
Ey Geçmişine Tutsak Sevdiğim
Kadınım...
Hiçbir Yara Kapanmıyor
Kapandığını Sandıklarımızsa İçin İçin Kanamakta
Bak, Gör Talan Olan Her Şehir Benim
Şehir Şehir Talan Olan Benim
Yorgun, Savaş Mağlûbu
Düşlerde Can Çekişir Gece
Gecenin Kuytusunda Can Verir Düşler
Boğulmuş Bir Şafak Uzaktan El Eder
Gün Doğumu Sancısında Uykusuzluğum
Zemherinde Yanışım Acılarda Kalışım
Hep Yokluğundan....

Şşşt!..
Sus Artık
Hüzne Düşler Bulaştıran
Hangi Sevdanın Diyeti Tam Ödendi ki
Ne Zaman Aşk Sıyrılsa Kabuğundan
Cinayet İşledi Uğruna Deli Yüreğim
Her Gece Sürgün Etti Kendini Kendinden
Korkularım Diz Boyu
Nereye Gitsem Hayalet Sevdalar Dikiyor Gözlerini Üstüme
Sana Arınmadan Gelemem İçim Kanıyor
Bırak
Beni Bırak Bitti...
Nihavent Şarkılar Dillenirken Huysuz Gecelerin Koynunda
İç Cebime Umutlar Dolduracağım
Döneceğin Günü Bekleyeceğim Bana
Gittiğin Günü bir Hatırla
Dert Etme Gülüm Tasalanma
Döndüğünde Bulacaksın Elinle Koymuş gibi Beni Burada
Kurak Kalmış Sokaklar İnadına
Islaklıklar Kuşanacağım
Ve Seni Burada Bekliyor Olacağım
Şafak Vakti Güneşe Eyvallah
Yırtılmış Zemheriye, Güze Eyvallah
And İçilmiş Çığlıklara
Sevdaya Eyvallah...
Elbette Döneceksin Günün Birinde Bana
Eyvallah Sevdalım Eyvallah


Elif Tuncer

23 Temmuz 2008



Sussam Yalnızlık Konuşsam Ayrılık

Yıkılmış ve geç kalınmış viraneleriz
şimdi ne senin gözlerinde harranın suya hasretler yangınları var
nede benim gözlerimde şiir
yaz dedin, oysa kışlar yaşıyorum her mevsim
açmak uzereyken papatyalar yeni karlar yağıyor üstüne
üşüyorum evet hala üşüyor ellerim
hüzün kapımızı çalalı beri
bin günü aştı
bin ömür bin soluk
bin yıkılış yaşadım
ömrümün arka sayfalarında altı çizilmiş satırlarımı okumaya başladım
sığınışlarını susuşlarını ve haykırışlarını işittim mavi adadan
korunaklı bir liman olamadım sana
ve arkama bakmadan giderken haykırışlarını duymamak için kapattım yüreğimin kulaklarını
şimdi bin ömür geçmiş ömrümden
ben bir rüyadan uyanmak istercesine çırpınıyorum
hani zaman ilacı olurdu herşeyin
hani zamana bırakmalıydık
atalar yine yanıldı
bir günün sonunda binlerce tükenişle ölürken ben
zaman zehrini içerken yudum yudum
artık bitsin istiyorum
ataların ilaç dedikleri yoksuzluğun bitsin
bitmezlerin bilincinde diyorum yine
yıkılmış ve geç kalınmış viraneleriz
şimdi ne senin gözlerinde harranın suya hasret yangınları var
nede benim gözlerimde şiir
şimdi kendini yok edişlerini dinliyorum
susuyorum
susuşlarımın öznesi sen oluyorsun hep
şehrine gidiyorum
yokluğun açıyor kapıları
yıkılan şehirler arası bir otobüs terminalinde ayak izlerimiz duruyor
hala haklısın
kokun sinmiş soğuk duvarlarına şehrin
herkesin gözünde seni arıyorum, yoksun
yokluğunu salıp gitmişsin
gidişle bırakıldığın bu kentte
susuşlarına bile yandığın soğuk dağlarımın eşkiyası
bağışlama dilemiyorum
gel demiyorum
sev demiyorum
haykırışların yankılanıp boşlukta kaybolmadı bilesin
sığındığın mavi adada yaktığın ateşi göm
yanaştırabilirsem gemilerimi tutucam ellerinden
şimdi yanıyorum kanıyorum ve yıkılışların altında tekrar eziliyor bedenim
geç kalınmış bir solukmu bir günün sonunda
yoksa çaresizliklerimin son çırpınışlarımı bilmiyorum
kayıp adresten yazıyorum son kez
sussam yalnızlık konuşsam ayrılık
dönsem yıkılış dönmesem yok oluş
şimdi ben susuyorum yalnızlığa talip
sende sus bana
sus ki bir daha ölmeyeyim.


Kahraman Tazeoğlu

16 Temmuz 2008



Erguvan


erguvana astığın düşlerine sor şimdi,
ipil ipil kağıtlara döktüğün göz nuruna sor,
çek genzine bir nefes.
çocuk ellerinle sar yürekleri,
ağlayışlarını dindir.
bu elem gergefinden kurtar bizleri,
sevdalı şiir tadında olsun yaşamın lezzeti.

kazdıkları kuyulara düşsün sesleri, şehir sükûta örtünsün,
sokaklar tekin değil.
çocukların siyahi gözlerinde seyrettim
suların kirini temizliyordu toprak,
her gusüllendirdiğinde
berrak bir ömür veriyordu.
kadın acısını içine gömüyor
haykırıyordu kuyuya...
Meryem'in yürek sızısı yalvarışıyla.
Yusuf'un teslimiyetini dile getirir gibi
haykırdı kadın kuyuya:
"la ilahe illa ente subhaneke inni kuntu minez zalimin"*
senden başka hiçbir ilah yoktur.
seni tenzih ve tesbih ederim.
ben zalimlerden oldum.

* Enbiya/87

Filiznur

13 Temmuz 2008

hoşça kal...


Ellerimin altından kayıp giderken harfler yazdıklarımın sıfatına bakmıyorum. İçimdeki bu acıyı bastırabilecek bir sevinciniz kaldı mı elinizde?
Sağ yanıma yaslanmış sol yanımın kırıklarıyla boğuşuyorum. Gözümden art arda düşerken ömrüm, sormuyorum neden.

Bir kez daha kırılıyorum kırıklarımdan. Biraz kendimi unutmak, biraz gözyaşlarımı uyutmak adına eskileri karıştırıyorum. Küflenmiş yalnızlık senaryoları atılıyor yüzüme. Bir bıçak gibi geçiyor ensemden günler. Ve zaman mutluluğu ütopik bir kurgu olmaktan çıkaramıyor.

Şehrin görünmez yüzüne yarım yüz portreler asıyorum. Her resimde farklı bir duruş; ama aynı yüz, aynı düş… Korkma! Bir yanı silinmiş bir yüz olsan da görünmüyorsun. Kayboluyorsun karanlığımda. Bense, şehrin ışıklarında bir hüzün büyütüyorum kundaklarda.

Korkaklığımın ellerinden tutmuş ve susmuştum zamanlarca. Cesaretime inanıp söktüğümde sesimdeki dikişleri, ansızın yer bulduğum bir hayatın içinden öyle kolayca çekip gidemeyeceğimi bilemezdim. Ki demiştim; “hemen gitmeliyim”

Azıcık soluklanıp gidecektim. Daha yürünecek bir Kafdağı vardı önümde. Uzun süren bir masaldan geliyorum diyecektim. Gideceğim, misafirliğim uzun sürmez… Masaldan gerçeğe uzanan bu dal sandım ki seni üzmez…

Keşke yılgınlığıma inanıp kalakalsaydım olduğum yerde.

Beceriksizliğimdi aşk diye elime yüzüme bulaşan. Onca zaman demlenmiş bir düşün taşmasıydı hüzün diye yakamda dolaşan. Öldürmeye inat bu düşle yaşarken, gerçeğimin yaşamışlığı nerede kalacaktı? Ya kırıklar artarsa zamanla, bir yangının küllerinden bütünleşemeyecek kadar parçalanırsam telafim ne olacaktı? Bu acıya hayat kurtarabilecek bir diyet var mıydı? Aşkta yenilen, aşka yenilen halimin itirafçısıydı yaşlar. Ben sussam ele verir miydi beni?

İmkânı olmayan bir düşü kurgulamaktı akıllara zarar yaptığım. Kendi yangınlarım önemli değil, ben avuç içimdeki külleri sana bulaştırdım. Bilmeden ömrümden aldıkların ve ömrüme kattıkların yığıldı bir köşede. Bildiklerimin yüzüme söylenmesi cesaret sayılmıyordu ki öğretimde.

Sen bir söz ile incinmeyi bilir misin? Ben ne iyi bilirim…

Bilmediğin sözcükleri dökmekti dilimden, bendeki sen tanımı. Hiç yaşamadığın bir dünyayı avuçlarına bırakırken harfsi bir surette, bağırmaktan sesim kısıldı. Belki de en güzeli hiç yaşamadığın bir sanrıyı tanımandı; ama ben ne kadar inanabilirdim hiç tanımadığına?

Diğerleri ile dolu anılar dökerken dilin o sahte gülüşümün altında parçalandığımı neden hiç göremedin? Ya boş ver kırılsın kalemim ya da ses ver düştüğü kuytudan hayata geri dönsün yüreğim.

Sensizliğin bendeki anlamı bilinmez olsun sende. Yorma düşlerini, boş ver…

Ben tüm doğrularımı söylerken yüzüne, yalanlarınla cümlelerimden geçme! Oysa konuş demek isterdim. Konuş, susman yıkılışıdır cümlelerimin.

Kırıklarım arttı zamanla, küllerimden tekrar bütünleşemeyecek kadar paramparçayım. Yok, bu acıya hayatımı kurtarabilecek bir diyet. Sadece çekip gidebiliyorum. Sensizliğin bendeki anlamını çok iyi bilerek…

Öncesinde söylediğim gibi; her şeye rağmen yüreğimde ince bir sızı olarak kalacaksın, hiç şüphen olmasın…

Tüm ilkbaharları sıkıştırdım ardıma. Artık yaz beklemeyeceğim. İlkbahar hiç gelmeyecek çünkü. Bana “öl” de. “Öldür” de içini. Ve yırtıp atmalı geçmişi.

Düşüme düşen neden hep sen oldun sorusunun cevabını vermedim kendime. Nerdesin? Senden seni sormak manasız. Hiç gitmeyecekmiş gibi bir geliş ve hiç gelmeyecekmiş gibi bir gidiş yapıştı yakama.

Şimdi bu kentten kuşandığım tüm acılara bu kentten ödünç aldığım tüm sabırları sarmalı. Dayanmalı…
Daha ne demeli? Söylemek isteyip de unuttuklarım olmuştur elbet. Aklıma gelmeyenler sonsuza dek unutulabilir artık…

Sen unutulmayası

Sen nefes aldığım müddetçe hatırlanılası düş…

Hoşça kal…


Tuba Özdemir

Asrevya!..


Yollarda buluyorum adımı. Boğazımda düğümlenmiyor artık sözcüklerim. Korkmuyorum da üstelik yazmaktan, yaşamaktan, ağlamaktan…

Asrevya!
Önadına masal bezenmiş bir cinneti yazarken satırlarıma, kaç söz iyi gelebilirdi ki sen diye büyüyen yaralarıma?

Gerçeklerle büyüyen dünyama bir yalan düştüğünde yırtıp atılmalı mıydı? Söylenmesi gereken tüm sözcüklere rağmen “gitmek” denilen yolun içine girip, ağzımdan düşmesi gereken tüm sözler yutulmalı mıydı?

Adıma biçilmiş bir sessizlikti varlığım. Kendi yangınlarım önemli değil ben avuç içlerimdeki külleri sana bulaştırdım. Seni yazmanın bedeli bu kadar ağır olmamalıydı Asrevya. Bir masal ömrümden çalmamalıydı bu kadar. Şimdi kime ve neden yazdığımı çok iyi bilen bir kalem olsa da başucumda, anılar kadar gerçek değil sözler. Söylenmiş sözler kadar yalan değil anılar.

Kaybettiklerimden elde edilmiş bir bulunmuşluk kadar sahteydi hafızamda inzivaya çekilmiş yüzler. Şehrin dar sokaklarının lambalarını süsleyen fesleğenler yoktu hayalimde. Biz değişiyorduk her vakit. Hayallerimiz hayallerimizden uzaklaşıyordu. İçimdeki ben benden…
Derin çizgili hüzünlerle şekillenmişti yüzüm. Bileklerimde saklıydı son sözüm. İşte bir yalanı da sen savurmuştun gökyüzüne, gerçeklerimi ayakuçlarında ezercesine.

Yalınayak bir duruştum uzun yolun kıyısında. Gitmek dendi ilkin kulağıma. Sonra kalmak, sonra gitmek ve sonra yine kalmak... Devam eden bu seslere kulaklarımı kapatmak istedim. Beceremedim.

tek kelime;
düştüm
kalsaydın, kalırdım
hançerleri saplayıp ayaklarıma
kalsaydın
gitmeye yüz tutan hiçbir fiile uyanmazdım
son / baharlarımda…

Takvimlerden ömrüm düşerken bir bir inadına, yüzüme tokat gibi yapışıyor gerçeğin. Yâdına sen düşmüş her düş ölüdür, bilesin. Sayfaları kayıp katliamlardan bir ölüm seçerken satırlarıma, en güzel sonu sen yazdın masalıma. Sen kadar olamazdım susuşumda. Sen gibi susarak anlatamazdım tüm dilleri, içinde yürüyemeyeceğim düşleri…

Her defasında kesinlen ellerime inat yeniden yazıyorum. Ellerimde soğuk.. Ellerimde kar – kış… Yarınlarımın elini yüzünü yıkamış aşk. Oysa sonu bilinir masallara önsöz düşmüştüm sevdayı. Sonumu “hoşça kal”sız uğurladı.

Gecelere düşürürken sesimi, kalın ünlü bir harf oluyor darağacım. Yastığıma bulaşan yaşlar ağır geliyor sabahlarıma. Yağmurlarda ıslanırken onca kelimem, gözlerime sakladığım bir adın mahkûmiyetini çekiyorum hâlâ ben. Yaralandığım tüm cümlelerin failiydin sen.

En çok sessizliğine kırılmıştım belki. İstedim ki sesin bölsün sessizliğimi. Sorduğum soruların cevabı yok dilinde. Birikmiş tüm yazılara bir kibrit kadar uzağım. Tezadına düştüm. Hiçbir yol sana gelmez artık. Ve hiçbir düş unutturamaz seni. Her şeye rağmen bitti diyemem masalına. Seni yazmak yaşamak değil midir? Peki ya ölmek nedir Asrevya?

İçine soramadığın hangi sorunun cevabına ekledin adımı? Sen bende hiç ölmezken yoksa ben sende hiç yaşamadım mı?
Ardıma düşemeyen her nokta boğazıma vuruyor düğümünü. Bazen ölmek gibi kalıyorsun nefeslerimin ucunda. Bazen soluk bir tebessüm oluyorsun yanağımda.

Gözlerimde harabe bir kent… Yokuşlardan inip çıkarken masallardan düşmüş bir yürek… Her satırın sonunda kâbusa dönen sevmek… Lâmelif kuyruğuna asılan zamanlarda, hiçbir acının saç tellerinden uzanmıyorum yarınlara. Adımda yaşamış bir düş, düşünde ölmüş bir ben… Sorularına bir cevap feda edebildim mi bilmem; ama sorularıma hiçbir ses feda etmedin sen…

Asrevya!..
Masallarla büyüyen çocukluğumun göz kapaklarında asılı kaldı adın. Sen bir yüz yarasıydın geçmişimde oluşan, izleri yarınlara taşınacak olan. Yüzümde aşikârsın. Şehrin karanlığını bıçak gibi bölen ışıklarda kabuk bağlıyor yaralarım. Sen, bir çizik daha atıp gidiyorsun ben düşerken. Bir yara, bir merhem, bir iplik, bir iğne, bir sökük… Neydi tanımına yeten? Kaç kez saklanabilirdin hatıralarımda? Ben gözümü yumdum yoksa gittin mi Asrevya?

yan yollara düşerken adımda sürünen sevda masalları
renkli kağıtlar kadar parlak duruşum seni aldatmamalı
şimdi tüm açık sözlülüğünle savurabilirsin laflarını
ben, üstüme çektim sevdamı

sana mı vurdu hasret kokan cümlelerimin kör karanlığı
ben çekiliyorum, aydınlığa boğabilirsin dünyanı


Sessizliğin ardından çığlık gibi gelişim hep bir “öteki” olarak konumlandırdı beni ömrüne. Öyle bir masal seçmiştim ki kendime bütün haklarım en başından feshedilmişti. Kendime koşturmalarımda karşıma çıkan koca ‘hiç’lerle baş etmiştim. Düşmelerimin arkasına saklanmış yara bereleri sildim. İsminin ardına yığıldı ünlemler. Gizledim… Uykularımda varlığına eş düşen kâbuslar sordu yazgımı. Yollarımın biletini kesti kaldırımlar. Gidemezdim… Ki bilmediğim; gitmek neydi Asrevya? İyiler ve kötülerle oluşan masallarda gitmek hangi safın eylemiydi? Kaç kez denenebilirdi? Peki ya kalmak kimdendi?

Ömründen aldıklarım varsa geri veriyorum; ama bilmiyorum ne olacak ömrümden aldıkların?
Eskimiş ayak izlerimle saklı mektuplardan mazimi arıyorum. Uzun yollarımın asfalt ziftleri yerleşiyor tırnaklarıma. Gezilmiş; fakat gelinememiş bir geçmişten yadigâr kalıyorlar bana. Karıştırılmış defterlerden eskimeyen sorular düşüyor dilime. Hangi gerçeğe inat bu masal Asrevya?

Şehrin caddelerinde, kayıplığımın etiketi oluyor varlığın. Artık boğazıma astığım yarım yüz bir obje duruşun. Ellerimden dökülen silgisiz bir resim…

Demir parmaklıkların hükümranlığında birkaç satırdan oluşan cümleyiz. Âharlanmamış kâğıtların bir köşesine karalanır harflerimiz. Sonra;
Geceye şehir düşer
Düşe kâbus…
An gelir, yazanı belli olmayan mektuplardan dökülür hayat.
An gelir, şehrin yağmurları büyük definlerin yüzünü yıkar hayatın ertesi.

Güzel sözlere uykusunu satacak çocuklar bekler kundaklarda ve bir bomba çınlatır vahşetin kulağını. Alnımızdaki savaşa rağmen bayraklaştıramayız barışın adını. Her bir köşeye dağıtamayız zeytin dallarını. Güvercinlerin kanatları kırıldı. Bunca kan revan varken yüreklerimizde, barış diye dillenemeyiz kendi türkümüzde. Son bir defa dur diyemeyiz gidenlere.
Ve nihayet gece…
Karanlığımda kayboluyor tüm ışıklar. Bir yudum aydınlık kalıyor bana. Sen, yolunu bulmaya çalışıyorsun eskimiş ayak izlerinde. Düşüyorsun… Sonra aydınlığımdan medet umuyorsun. Ki bilmiyorsun, benim aydınlığım önümü bile görmeye yetmedi Asrevya. Kandırmayalım kendimizi ve kanmayalım mutlu sonlu masallara…

İçimde saklıdır koca bir sen…
Neydi ki ses duymak, yüz görmek?
Yaşadığını bile bilmek yeterliyken…
Artık
Ölümü aşka emanet edilmiş biriyim ben…
Asrevya!..
Yazarak yaşattığım bir kahramanı susarak öldürdün sen…


Tuba Özdemir

12 Temmuz 2008


-biliyormusun.. tam iki yıl olmuş..
duydum bir yerlerden.. evlenip gitmişsin.. askerdeymişim can.
hani seni gelip alacağım günlerin öncesi..
beyaz elbiseler giymişsin, duydum..
sana mutluluklar dilemek isterdim.. kutlamak..
belki de son kez.. duymak isterdim seni..
beni bağışla.
bende beyazları giydim.
bağışla beni can.. alışamadım bu yokluğa..

10 Temmuz 2008

üşüyorum


yollar tükendi
yine yollara düştüm
elimde yanmış mahşer mektupları
ahşap uykularımın salaş rüyaları
ve sönmüş şölenlerim
gözlerime gemilerin demirlenmiş
eylül olmuşum

hayalet şehirlerden geçiyorum
dudağımda ıslak sokak türküleri
ağzımda bir top ateş
alnına kanayan bir gül bırakıyorum

kimliğimi soruyor birileri
çıkarıp resmini gösteriyorum
karanlığa atılan kör kurşunlar gibi
aynalara asılı gençliğimi arıyorum
derken bir anka kuşu konuyor gözlerime
uykulu ellerimle tutup
atlas sevinçli günlerime doğru salıyorum
çünkü sana gebeyim sabaha çıkamam

yoldayım
kanımı akıttım dünyanın bütün şaraplarına
heybemde kırık martı kanadı
göğsümde senli çiviler
gel
sahil taşı yalnızlığıma bir sus ver
tadı çürümsü hüzünleri tüket bu gece
hala saklımdasın

yollar tükendi
elimde pulsuz mahşer mektupları
ölüm gelir sen gidersin diyor
içimin ılıdığını hissediyorum
üşütemedim ölümü
şimdi üşüyorum


kahraman tazeoğlu

08 Temmuz 2008

Kaç Ölümdür Ölüyorum...


Sokak lambası altındayım sanırım. Işıklar biraz kent taklidi yapıyor. Rüzgar saçlarımda poyrazını demliyor. Bu mevsim oldukça uzun hazanı düşüyor payıma ayazlanıyor, gece nöbetlerinde intiharlarım. Yazdığım her harf kamburuma ekleniyor, topallıyorum…

Daha mı bi siyah göküzü, sigaranın alevi gözüme kaçıyor, Aslında ağlamıyorum ki canım yandı sadece. Kunduramda vurup acıyı haırlatmasaydı birde; çoktan unutmuştum ellerimi tutuşunu. Hangi masalda mutlu rolune bürünsem yalanım yüzümden okunuyor… Acıyan bakışlar gözbebeklerimde… yazık geçiyorlar içlerinden. Çok yazık…

Nerde kurumuş bir dal görsem sehpa kuruyor kendime düşlerim. Eskiden böyle değildim ben; şimdi korkuyorum yaşamaktan. “Sen güçlüsün” diye sahte aforizmalar asıyorum duvarlarıma. Az bilinmeyenli bir denklemi çözemiyorum. Benden sen gidince bir kalan olmalıydı…olmadı… olmuyor… bu denklem her defasında eşitsizlikle bitiyor.

Saçma sapan paradokslar sarpa sarıyor benliğimde. Turuncu ölümler, Kimliksiz mezarlar, isimsiz sokaklar görüyorum. Bir adım atsam senin yoluna bin kere düşüyorum. Düştüğüm yer kuyu oluyorda hiç bitmiyor düşmek dediğin. Ölü insanlar sırtlarında taşıyorlar sanki canlı bedenimi… Bu okunan selada neyin nesi…

Zaman da durmuş. Nerde arkrep, yelkovan. artık tarifsiz vakitler...her gece yastığa baş koyduğumda; uykularım acıyor, gölgenden kaçıyorum... nefesime dokunan sesine özlem duyuyorum, resimler hala siyah beyaz ve bir de susuyorlar üstelik...Bilmiyorsun ki kaç ölümdür ölüyorum ardından...

Gözlerim düşerken bir bir ölü kentler mezarlığına, kefenime beden arıyor sahipsiz bıraktığın düşlerim … Sokakta alabildiğine pus, gece aynaya düşman… siyaha çalan her bir renk o kadar dost artık bana… yazıyorum ama yazdıkça azalamıyorum… kendimi vuruyorum kalemin tek kurşununda…

İncire ve zeytine andolsun ki, bu gece bu yazı biter...
şafakla beraber bir kurşun sıkarım gökyüzüne
Elbet gece düşer...


mehmet

Bir Akıl Hastasının Güncesi


Ömrümün Zahir’ine!...

Bilinçaltımın altyapı sorununu şikayet ediyorum kendime. Bir insanı mahzene indirebilmek için kaç asırlık, kaç gün gerekliydi, benim bilmediğim?

Esir edilmiş dudağımda, asma kilitler sallandırmak, kendi sesime yabancı olmama sebep oldu. Her düşüncemde bir kıvılcım, her kıvılcımda, nöronlarımın yanık kokusu, burnumu sızlattı. Susarken daha çok kanıyordum ama konuşmaya çalıştıkça da kanatılıyordum. Çok bileylenmiş sözlerinin, ruhumda derin kesikler oluşturduğunu fark ettiğinde ikimiz için de geç kalınmıştı. Çok geçti fakat hiç geçmedi… Ben artık histeri nöbetlerine tutulan, beyni kobay olarak olarak kullanılan bir lezyonlu ruhtum. Ölü toprakları serpildi üstüme…

Ey Zahir’im! Mavilerine susadım. Ama benim kangren olmuş lacivertlerim var şimdi. Yaklaşma morlarıma! Sen beni, tenimi her sabah maviye, yani umuda, boyamışlığımla bilirdin oysa. Şimdilerde kangren olan duygularımın, tek tek uzuvlarını kesiyorlar her gün. Ondandır kendime “yazık” bir bakış atışım, ondandır aynaları yumruklayışım. Kaldırın aynaları korkuyorum kendimden…

Bir kibrit alazıyla ateşe veriyorum, hüzün kokan yatağımı. Üzerinde sen oturuyordun yastığımın. Hala susuyordun. Kaç şiddetinde susuyordun da, içimin viranlığını, harabeliğini geçiremiyordum? İçimdeki darağacında kaç çocuğun ayakları sallanıyordu? Kaç arşın kefen gerekliydi, umutlarımı sarmalamaya? Susmaların, teneşirde son suyum oldu. Hadi dök üstüme, sustuğun kelimelerini. Kalbini aralıyorum neşterle. O neşter değil miydi ki, keskinliğini tenimde denediğim? Bir bakışına kaç kan damlası ödemem gerekliydi? Madem ki kanımızın koyuluğundan teşhis ediliyoruz, aynı lağımda çağlasın ayrılığımız.

Ah Zahir’im; yılanlar dolanıyor ayaklarıma. Tıpkı yalanların gibi… Göğsüme çekiyorum ayaklarımı, duvar köşesinde. Ben kaçtıkça üzerime geliyorlar, bileklerime dolanıyorlar!... İşte, kollarımı arkadan bağladılar, sarılamıyorum artık sana. Sen hala susuyorsun. Bir cümleye kaç anlam sığardı? Oysa ben bir “sus”una binlerce anlam yükledim… Bayram gelmiş yalnızlığıma, sensizliğin ellerini öpüyorum.

Darağacına, sübyan cesetlerimin yanına, salıncak kuruyorum, ölüm oynuyorum. ‘Sala’mı babam okuyor. Üzerinde adının yazılı olduğu, kapılara sıkıştı parmaklarım. Makyajı aktı gönlümün, kanı dağıldı kalbimin, ayakları kırıldı ömrümün. Kötürüm olan yaşamımın oda arkadaşı, yatalak acılarım… Yatağımda ecelimle ölmek haram şimdi bana; sebebimin adı sen olacaksın. Elimdeki kanlar kurumadı bile. Ayakta duruyorum ama hayatta duramıyorum işte. Kuşatma altındaki aklımın direniş mücadelesiydi bu satırlar. Halisinasyonum ve Zahir’im iç içe şimdi. Yoğun bakımdaki düşlerimle, kelamlarımı evlatlık veriyorum. Sahibinden satılık kelepir hayatımı satışa sunuyorum. Hoş geldim ölüme…


Esma Aydın TORAL

07 Temmuz 2008


Hadi yaramı sarmaya merhemin yok
yalandan da olsa gönül alamaz mısın?

Mevlana

06 Temmuz 2008

Kasem..

Çağırma beni ..
O ruhumu delen bakışlarını salma geceye
Gel deme n’olur...
Karanlığın orta yerine mührünü koyan tüm muskasız yüreklere andolsun, ve andolsun o yüreklerin sahibine ki, bu kalp itaatsizliği maharet bilmedi..

Geceydi.. Pusluydu..
Su uyur düşman uyumazdı.
Beklerdi kaotik bir kabusu korkak dişlerini sıkarak yürekler. Sen uykunun kollarında bulurdun bebeksi kokunu, ben sağır yamaçların intihar bekçisi .. Fakat kalp hep bir umuda gebeydi.

Gecenin karanlığı sindi mi zemheriye, dağ taş sen kokardı. Yolların sapasına saklanırdı aşk. Kaç çapraz ateş, kaç kumpas aşmak gerekirdi ona varmak için? Ve ulaşıldıktan sonra aşk ne kadar aşktı?
Bu acizin dualarında sabahlayan, aklına her gelişinde saklı bir tebessüme yerini bırakan, bir tel saçına dokunmaktan gayrısı değildi. Şehre inişler bayram vakitleriydi o zamanlar. Kokunun sindiği kaldırımlara kıvrılıp, pencerenden sızan ışıkla ısınmak geceleri. Oralarda olduğunu bilmekti mutluluk. Görebilmeyi değil, görebileceğini bilmeyi umut etmekti ..

Ama benim postallarım hiç yakışmadı şehrin ışıltılı sokaklarına. Yüzümdeki taşralı ifade, alnımdaki bin yıllık yazı ve ensemde soluğunu hissettiğim o ölümcül melek peşimi hiç bırakmadı. Beni dost dualarla uğurladığın her vakit yüzüm caddeye, kanım geceye akardı. Ne senin sevdana benim adım yazılmıştı, ne benim kaderime bir sevgili busesi. düşlemenin bile yasak olduğu senli sabahları yedeğime azık diye aldım ben can .. devriyelerin, apoletlerin, tel örgünün, yumruğun olduğu yere senin adın yakışmazdı.

Pusulası bir kez bile beni göstermeyecek gözlerini gözlerime, tercümesi bir ömür bana susmak olan iki ucu keskin hançer sözlerini yüreğime kazıdım. Yokluğuma rabtettiğim varlığına inat, sonu baştan uçurum bir sevdanın adı “yazık”a çıkmış zavallısı olduğumu kabul etmek için damarlarımdaki bütün seni boşaltmam gerekti. Haklıydın, benim yolum yâre çıkmazdı. Ve asla yüzünü güneşe dönemezdi kan çiçekleri..

Yürüdüm.. Bütün “e” hallerimi “den” haline çevirinceye dek yürüdüm.. Sana uzanan niyetlerimin külleri düştü gözbebeklerime.. her adımda biraz daha karanlık bulaştı sessizliğime. Her adımda biraz daha kan yürüdü parmak izime.

....

Ve şimdi sen bunca birikmişliğime ve kusulası kötücüllüğüme rağmen yaralarımı sarmaya çağırıyorsun.
Çağırma can.
Gel deme ..
Sana düşmek kavgadan, senden düşmek hayattan düşmektir, biliyorsun ..

Canım yanıyor sevgili ..
Aklıma düşende hasret kuşanıyorum her hazan. Gözlerim çakmaklanıyor yolların imkansızlığına .. Sana kavuşamadan kavuşuyor ruhum seni yaradana, O’ na seni sormak için sabırsızlanıyorum ..
Ve dualar yeminlere bırakıyor yerini. Kan kusuyorum vakit daraldıkça. Yine de, ben de bir kalp sahibiyim. Umutlarımı kardelenlere emanet ediyorum ..

Can..
Karanlığın orta yerine mührünü koyan tüm muskasız yüreklere andolsun ve andolsun o yüreklerin sahibine ki, bu kalp ebedi yolun herhangi bir yerinde kalbine ulaştığı günü bekleyecek, ve bende sana kavuşamayan ne varsa sonsuza dek senin olarak yüreğine gömülecek ..
Andolsun ...


İkibinbeş
Ayşegül Morgül

Düşümden Düştüm, Gidişine Al Beni!



Yalnızlıklarım var bidolu, çoğul sayfalarda…Kararmaya yüz tutmuş yalnızlıklar.. her sayfada griye çalan haykırışlar ! Sessizliklerim var, tren düdükleri gibi yırtıcı.Yüksek sesli acılarım var, kıpırtısız ; bir yel esse yırtılacak… Korunaklarım var, bu yüzden zifiri aydınlıklarım…yollarım var yolsuz, sonlarım sonsuz…

Göz bebeklerimden hissizlik taşıyor ağlamaklı… Sözlerimden fersizlik akıyor..İçim üşütmüyor dışımı…Ellerim kararsız iki sonbahar yaprağı..Dizimde dermen, sözümde ferman yok! Gözümde ağlayamamış iki damla öyle eksik duruyor..Dilimde anlatamamış sözler içimi boğuyor..okunmuyor düşlerim…

Bir sigara ucunda yaşamak gibi hayatım.Öyle anlamsız, öyle zararlı kendine…Devasız derde doktor çağırmak gibi, merhemsiz yaraya ilaç çalmak gibi…İnanmayarak aynadaki suretine aldanmak gibi…İyileşmeyeceğini gördüğün halde, avunmak dediğin; dumanları çekmek ciğerine…Ölmek üzere…

Hep yüzünü aradım bu kentin tüm insanlarında…Ama yoktu hiçbirinde, gözlerinde büyüyen o ırmak.Yoktu , düşlerini gözlerinden akıtmış biri…uzak bir kentti yüreğin, gitmelere açık kapılar bırakan..Dönüşlerin tedavülden kalktığı bir yoldu için..keşke bu kadar gitmiş olmasaydın..Bir iz kalsaydı bir yerlerde…

Şimdi yara bere yüreklerimiz ; aynı beste, ayrı makam…Döküyoruz içimize geceyi..Sözlerim yokluğa çalarken ; mevsimim de kış olmuş bak ! Kar yağıyor kirpiklerime, kırgınlıklar oturmuş ömrüme…Bir eksik harf dilimde..Adı sen olan bir sürü suskunluk ektim içime…Lakin düşler de küser kaderine…çünkü bunca ayrılık bu hasta yüreğe fazla…Düşümden düştüm, gidişine al beni…

Niye girdi ki yollar aramıza, içimde kocamanken, niye bunca hüzün ? kırık bir düş içimi acıtan, gözlerimde kıştan arta kalan, ıslak bir hazan…Başımı yaslayacağım diyarlarım yok!

Konuşarak kirletmeyelim düşlerimizi, yüksek sesle susalım…geceye, aşka, yalnızlığa türküler yazalım…Varsın bilmesin hiç kimse. Düşürüp hava boşluğuna canım sözleri, arkasından bakmayalım…Bizim söylenmemiş sözlerimiz olsun, kalp çeperlerimize sıkışıp kalan…Bizim hiç konuşamadığımız bir mutluluğumuz olsun, gözlerimizden taşan…!


mavieylül…

Günlerimin Elleri



Ellerim küçüktür benim, kin tutmaz avuçlarım…

Sonlarımın sonuçsuzluğunda, göz çukurumda birikirsin. Keşişleme sızarsın içimin kirişlerinden. Şişme aşklar beslersin, plastik kokan kalbinde…

Sen kaldın boğazımda, yutkunmam lazımdı, dilimin çözülmesi ve bir yudum nefes alabilmek için. Beynime oksijen gitmiyor, gittiğinden beri. Yutkundum seni, ama hazmedemedim… Giriş, gelişme, sonuç oldun hayatımın başrolünde. Senaryo yoktu, doğaçlama repliklerimiz vardı. Biz olmuş muyduk senle ben? Biz, bendi sevgili… Ben seni ben-cil sevmiştim. Ben her sabah, yüreğimdeki izlerini silmeye uyanır oldum. Ne kadar çok volta attın içimde de, devamlı seyriyen organımın her miliminde izlerin bulunuyor. Başa çıkamadım ben, sol yanımdaki senle… Bu kaçıncı yenilişim sana? Ruhum kan kaybediyor, adın yazıldığı gibi okunmuyor şimdi…

Safran salısı günlerimi savurdum yüzünsüzlüğüne. Sensizliğimde nikotin sarısı parmaklarımla, ayak üstü nefesliliğimin son fırtını yolladım ciğerime. Uç verdi canımın acısı, gözlerimin bebeğinden. Yokluğun gözüme kaçtığından beri, sözlerimi ovaladım, gözlerin çıktı karşıma…Ben sana aşk mayalamıştım, aşka da vefa yamamıştım. "Ya tutarsa" dedim. Tutmadın geleceğimin ellerinden. Geleceğim gelecek de, elleri yok artık günlerimin. Gece lambası yok karanlığımın. Hazindan günlerin hüzündar geceleri sızlatır burnumu. İçimin hiç/kırığında seni büyütürüm, derinlerimde. Çok yaşar mıyım bilmem ama, sen de görmeyeceksin artık.

Kaşaltı ağlamalar iliştiririm portreme. Sen beni gülen bir vesika olarak saklarsın cüzdanında. Gideceğini duyduğumda, tıpkı annesinin fahişe olduğunu öğrenen bir çocuğun isyanı kiraladı simamı. Tamamen kendi mamulümdü bu matem. Siyahtan başka renk cazip gelmiyordu, gökkuşağım bile siyah ve tonlarıydı artık, kömür karası semamda…

Giderken "hoşçakal" demiştin. Kalan bendim… Hoşça olması için bir metod var mıydı? Şimdilerde rüyasız ve riyalı uykular için baş koyar oldum yastığa, kendimi kandırma günlerimde. Düsturu kayboldu yaşamımın. Koca koca elleri olması gerekiyor insanın, hayata tutunabilmesi için. Sızlıyor şimdi, küçük, narin, beyaz ellerim… Elleri yok artık günlerimin.

Esma Aydın TORAL

02 Temmuz 2008

Anne Bak..! Yine İhanet...


Kocaman adamlığım eriyor kendimden uzaklaştıkça
ve gözsüz kuytulu uzaklara kaçıyorum
yine dar sokaklarda boğuluyorum
yine mevsimler sadece ceza…

Yollarsa kendiliğinden ayaklarıma alışık
düş sarkan gölgelerde can çekişiyor huzurum
insan kokusuna gelmeyen yabanlar arıyorum…

Bir tarafım şaşırmış üşüyor
halbuki ortasından yırtılmış yılın arsızlığı...

Kaçıncı göbekten bu akrabalık bilmem
ve kaç hüsran bir intihar eder adam olana...

Anne..!
anne bak..! yine temmuz
anne bak..! yine ihanet…

Fark etmez sağ ya da sol omzun
gözlerim altta kalsın yeter…

Söyle.., hangi başkasının sıkılmış avuçlarında mutluluğum
ve hangi yürekteki çakıl taşlarına şükrüm…

Aldırma dağınıklığıma, o sadece görüntü
ben aslında mevsimlere takıldım..(!)
..........

Hani’ya ülkedir benim yüreğim
elbet sütüme rengimi eklerim
temmuzlara asıldım
solmayı beklerim…


Yalçın Giray Kaya

01 Temmuz 2008


Yemin

"Fecre, on geceye, çifte ve teke
ve geçip giden geceye
yemin olsun..."
(Fecr- 1-5)

İçime cemrelerin düşüşüyle gelecekti bahar

"Fecre, on geceye, çifte ve teke
ve geçip giden geceye
yemin olsun..."

açılıp aydınlanan günlere inat
gelecekti bahar...

şimdi!...
hazanda yetimliğimdir bu;
kuğu gibi boynumu kendime yaslayışım...

şimdi!...
nefesinle yanıyor
titrek bir mumun alevi.
gözlerimin fer perdesi,
firkat dehlizlerinde...

şimdi!...
can dediğim yerde canım erimekte
hicretim zamansız
bürünen gecelerde
eyvahımdır acizliğim...

hapsettim artık kendimi,
içimin en uzağından yöneliyorum
yetim olan üşümüşlüğüme...

çürüyor gölgem gecede
aynalarda yıkadığım suretin
vuslat saatlerinden kalma,
düşlerin ihramına girmişim...


Filiznur

Dönüşü Olmasın Bu Gidişlerinin

kaçıncı celsesi ayrılığın,
kaçıncı ellerini böğrüme batırışın,
kaçıncı cerrahlığın bu böyle?
bedenim ruhuma yapışıyor ha bire...

bir italik gibi eğildim
çoban ateşlerine verdim kendimi
gece semahtır üstümde
kaçıncı göçtür bu sürgünlerde?
ben patlarım ya
senin için acır!..


Filiznur