13 Temmuz 2008

hoşça kal...


Ellerimin altından kayıp giderken harfler yazdıklarımın sıfatına bakmıyorum. İçimdeki bu acıyı bastırabilecek bir sevinciniz kaldı mı elinizde?
Sağ yanıma yaslanmış sol yanımın kırıklarıyla boğuşuyorum. Gözümden art arda düşerken ömrüm, sormuyorum neden.

Bir kez daha kırılıyorum kırıklarımdan. Biraz kendimi unutmak, biraz gözyaşlarımı uyutmak adına eskileri karıştırıyorum. Küflenmiş yalnızlık senaryoları atılıyor yüzüme. Bir bıçak gibi geçiyor ensemden günler. Ve zaman mutluluğu ütopik bir kurgu olmaktan çıkaramıyor.

Şehrin görünmez yüzüne yarım yüz portreler asıyorum. Her resimde farklı bir duruş; ama aynı yüz, aynı düş… Korkma! Bir yanı silinmiş bir yüz olsan da görünmüyorsun. Kayboluyorsun karanlığımda. Bense, şehrin ışıklarında bir hüzün büyütüyorum kundaklarda.

Korkaklığımın ellerinden tutmuş ve susmuştum zamanlarca. Cesaretime inanıp söktüğümde sesimdeki dikişleri, ansızın yer bulduğum bir hayatın içinden öyle kolayca çekip gidemeyeceğimi bilemezdim. Ki demiştim; “hemen gitmeliyim”

Azıcık soluklanıp gidecektim. Daha yürünecek bir Kafdağı vardı önümde. Uzun süren bir masaldan geliyorum diyecektim. Gideceğim, misafirliğim uzun sürmez… Masaldan gerçeğe uzanan bu dal sandım ki seni üzmez…

Keşke yılgınlığıma inanıp kalakalsaydım olduğum yerde.

Beceriksizliğimdi aşk diye elime yüzüme bulaşan. Onca zaman demlenmiş bir düşün taşmasıydı hüzün diye yakamda dolaşan. Öldürmeye inat bu düşle yaşarken, gerçeğimin yaşamışlığı nerede kalacaktı? Ya kırıklar artarsa zamanla, bir yangının küllerinden bütünleşemeyecek kadar parçalanırsam telafim ne olacaktı? Bu acıya hayat kurtarabilecek bir diyet var mıydı? Aşkta yenilen, aşka yenilen halimin itirafçısıydı yaşlar. Ben sussam ele verir miydi beni?

İmkânı olmayan bir düşü kurgulamaktı akıllara zarar yaptığım. Kendi yangınlarım önemli değil, ben avuç içimdeki külleri sana bulaştırdım. Bilmeden ömrümden aldıkların ve ömrüme kattıkların yığıldı bir köşede. Bildiklerimin yüzüme söylenmesi cesaret sayılmıyordu ki öğretimde.

Sen bir söz ile incinmeyi bilir misin? Ben ne iyi bilirim…

Bilmediğin sözcükleri dökmekti dilimden, bendeki sen tanımı. Hiç yaşamadığın bir dünyayı avuçlarına bırakırken harfsi bir surette, bağırmaktan sesim kısıldı. Belki de en güzeli hiç yaşamadığın bir sanrıyı tanımandı; ama ben ne kadar inanabilirdim hiç tanımadığına?

Diğerleri ile dolu anılar dökerken dilin o sahte gülüşümün altında parçalandığımı neden hiç göremedin? Ya boş ver kırılsın kalemim ya da ses ver düştüğü kuytudan hayata geri dönsün yüreğim.

Sensizliğin bendeki anlamı bilinmez olsun sende. Yorma düşlerini, boş ver…

Ben tüm doğrularımı söylerken yüzüne, yalanlarınla cümlelerimden geçme! Oysa konuş demek isterdim. Konuş, susman yıkılışıdır cümlelerimin.

Kırıklarım arttı zamanla, küllerimden tekrar bütünleşemeyecek kadar paramparçayım. Yok, bu acıya hayatımı kurtarabilecek bir diyet. Sadece çekip gidebiliyorum. Sensizliğin bendeki anlamını çok iyi bilerek…

Öncesinde söylediğim gibi; her şeye rağmen yüreğimde ince bir sızı olarak kalacaksın, hiç şüphen olmasın…

Tüm ilkbaharları sıkıştırdım ardıma. Artık yaz beklemeyeceğim. İlkbahar hiç gelmeyecek çünkü. Bana “öl” de. “Öldür” de içini. Ve yırtıp atmalı geçmişi.

Düşüme düşen neden hep sen oldun sorusunun cevabını vermedim kendime. Nerdesin? Senden seni sormak manasız. Hiç gitmeyecekmiş gibi bir geliş ve hiç gelmeyecekmiş gibi bir gidiş yapıştı yakama.

Şimdi bu kentten kuşandığım tüm acılara bu kentten ödünç aldığım tüm sabırları sarmalı. Dayanmalı…
Daha ne demeli? Söylemek isteyip de unuttuklarım olmuştur elbet. Aklıma gelmeyenler sonsuza dek unutulabilir artık…

Sen unutulmayası

Sen nefes aldığım müddetçe hatırlanılası düş…

Hoşça kal…


Tuba Özdemir

Hiç yorum yok: