28 Eylül 2008

Yitik Gazelim III

Bak koyuyorum boynumu ellerinin altına, hadi durma kurbanlığınım, vur bıçağı içimdeki kanamalar dinsin.. uzatıyorum işte boynumu…
Kılıncın mı kör, desene bana?

Ben öteledim kendimi, gayrı uçur elindeki serçeleri, kuğu gibi uzandıkça sana, salıyorum teleklerimi göğe…yorgun göçlerin türkülerini dinle, bağır çağır… kulağım hep sendeydi de… Yoruldum… gönü eskimiş elbiseler mi giydik, neden üşüyor ruhumuz..

ne oldu bize… Bir tohum gibi uzandım kollarına, yolların uzun olanına çevirdim gözlerimi, mırıldanıyorum bir türküyü "yolcu buruk baş gerek, gözde daim yaş gerek’’… nerdesin ey içimdeki neşvü nema…

Kuğularım boğuluyor suda, bir bir düşüyor gülüşlerimiz kuyuya, üşüyor ellerimiz, duvarların yosununu sürüyorum avuçlarıma… Şehirlerin gözlerine mil çekiyorum yokluğunda… sensiz perdeleri kapalı gönül evimin..

kapıları sırımla bağlı, sürülerim intihar eşiğinde… Nerdesin gülüm… neredesin.. bıraktığın yerdeyim ben.. bir seslensen ölüm gibi saracağım seni…

Dinlediğim bütün makamlar hüzzam, sen yokken gücüm tükeniyor, sen yokken gece karşıma geçiyor, sen yokken kollarım kalkmıyor gülüm… Üzerime yıkılıyor gürültüler, altında kalıyorum bu enkazın ..

çıkart beni bu karanlık geceden.. duanı sar avuçlarıma, yaralarıma üfle… Sensiz anlamı yoktu ezgilerin, türkülerin.. masamdaki dağınıklık toplanırda, dağılmışlığım nasıl toparlanır bilemem.. Ayaz vurdu fesleğenlere, çatılarımda donuyor beslediğimiz serçeler…

Uçurduğum uçurtmaların ipleri elimde kaldı gülüm, rüzgarını gönder bana, dağların eteklerinden şarkılar söyleyen çocuklar gönder bana… Bu ıssızlıkta kayboluyorum, gel bul beni..beni bana aratma…

hayra yorardık rüyalarımızı.. hani kavuşmalarımız ötelere kalsın derken.. ötedeyim sen nerdesin sevgili…



Filiznur ATALAN

24 Eylül 2008


Yâ Rabbî!
Rûhumda bir ilim katresi var.

İlâhî onu hevâ rüzgarıyla ten toprağından muhâfaza eyle.
Ey ihsânı çok olan Rabbim!
Cefâ içinde geçip giden ömre merhamet et.
Ey affetmeyi seven Rabbim!
Bizi affeyle. İsyân derdimize çâre eyle.
Ey yardım isteyenlerin yardımcısı!
Bizi hidâyete çıkar.


Mevlana

13 Eylül 2008

Zahmin - 9

te doy mis ojos

Aşktı, ne yapsa zahmindi. Yağmur yutup ağıt büyüten vaveylanın ilk harfiydi. Sabırdı, ağrıydı, hazdı. Tek acıya münhasır cinayetti. Kendi gerçekliğinde maktul olurken geçmişten gelen hayalete hiçbir gülüşü teselli edemezdi. Meridyenler boyu sürgünlük biriktirirken aynı yerden sustuğumuz aşk en erken yalnızlığımızı zîr û zeber ederdi. Ne kadar iyisin sen, canhıraşken feryadın hâli kalkıp izini sürmüyorsun gözyaşıma konan meleklerin.

Birbirimize çaresizliğimizden ağlar örerken bize, aşkın bir soluk sonrasında kalıyoruz. Özlemekten durulamayan ama hep ayrılıkla ödüllendirilen acuze pişmanlıkları ekliyoruz künyemize. Durup durup yanağını okşuyoruz kutsal cümlelerin. Bilmiyoruz bizi en önce harflerin terk ettiğini. Ben sana meftun, sen bana giryan… Oysa bu ayrılıktan ancak bir biz çıkar. Saçlarında yorulan rüzgârda kalıyor ömrümün neşidesi. Hayatla acı arasındaki köprüde kalbimi ihlal ediyorum aminsiz dualarla. Mayınlar patlarken geçmişimizde yüzümüzü sakınamıyoruz karakışlardan. Aşkın onuru sana beni bulabileceğin bir hece bile bırakmadan öyküm siliniyor dudağıma bulaşan yağmurdan. Umudu kangren özleyişlere çeviren bekleyişler alnımdaki yazgıyı incitirken yorulmaz mı başımızı okşayan gökyüzü? Bir çıkar yol göster bana seni terk etmem için zahmin.

Kan tüküren özleyişlerimin sessizliğinde kıvranarak yağmalıyorum bastığın toprağın insan cürümünü. Çehremdeki soluksuzluğumu üstlenen beyazlık ölümdendir aldırma. Her adımda sarsıntılarla soru işaretlerine uyuyor bedenim. Sarılıyorum hayatın kuytusuna. Sesli bir harf gibi kıvrılarak aminle tövbe arasındaki zincir pasına sürgünlüğümü sürüyorum vuslata. İsyan yol başlangıcında milat. Kan şehre yağmur yağarken gözlerine miat. Aşk ellerinden hicret. Kilit vurulurken tuhfeye tutulan zerreye bir çocuk boyu dalgalar alabora. Hadi gidişimi seyrettirirken bana, içinin sağına ve soluna yağdır ruhumu.

Sis içinde yüzün, kaybederek ne çok incitiyorsun ellerimi. Dokunduğunda şakağında kıyametler koparan ellerimi… Şehir yanıyor öte yanda. Adımlarımdan çekilirken denizin mavisi küle yığılan adım utanarak and veriyor seni unutmalara. Kimine yağmur, kimine yangın… Hep bana şarkıların yırtılmışlığı. Geçip duruyor gemiler zamanın ağladığın vaktinde. Sırtına esen rüzgârdan yorulmuşluğunun saçlarında dinginleşmesiyim. Çözülürken ensende kokunda unuttuğum tenimi bir parça toprakla yıkıyorum. Kirlenmiş neharın utancı bu dipsiz ağıtlar. Doğmamak için annemin rahmini yırtsam direnir mi hayat bana Tanrım? Ha gayret aklım, dayan insan zulmünün cinnet feracesine. Zeytin dalı, gümüş gök ve beyza gece biraz ötende. Uzat ellerini ya da biraz daha vefa delirmeye.

Her ayrılıkta dönüyorum gözlerine. Ele verip yelime utanç kalan gözlerine zahmin… Aşkın yarasında kayıtsız ağrılar yüklenerek aklanıyorum. Noktalığım ziyanda. Tabut hayattan kurtarılmış ölüm bölgesi. Geçmiyor. Yüzün geçmiyor aşk zabıtlarında. Şimdi nasıl yırtılır ki kalbim sana sevgisizliğimle? Öbür yanda çığlıklarla üşüyen bir adamın hikâyesinden doğdum ben. Hikâyemi yeniden yenileyerek uyduramayışım bundan. Güzeldin, sadakati celladın kılıcının ucundaki kana dokunduracak kadar. Cesaretli yalnızlıkların vardı, bana ihtiyaçsız özleyebiliyordun gülüşümü. Hiç kimseydim sende her şeyliğimi kuşatan. Anılarımızın karlı caddesinde beklemenin kara ceketini giyip adım'layabiliyordun bana rastlamak pahasına. Aşkı bu yüzden sende kaybettim ben.

Yorulmaz sancılarla yürürken sanrının kamburunu ayaklarıma kan güzeli dikenler batıyor. İsimden aşka uzanan yolun sırtında anka'nın kül yutan yanını dağıtıyorum. Hasretine kelepçelenmiş dilim gözlerine söylenmemiş sağır şarkımızın nakaratında külliyatını yutuyor: hasretimsin yaramı tenine sar bu gece / varlığınla ziyadeyim, yokluğunla tek hece. Gölgemin sır tutuşuna kanıp umudumu eziyorum. Çünkü umudun ruhunu cezbe dönerken kalbim ömrümün geleceğini sildim ben. Bu aşk bizsiz daha çok aşk zahmin. Şafak söküyorsa gözkapaklarının altında bir tende kaç koku yaşar bunu söyle. Kalbin aşk yalanından ve 'geleceğim' teranelerinden usandım. Varlığını heceleme yazık günceme..

Zahmin! Su kokusunu sardunyadan alırken sırda ayana karışıp bezm-i elest’te varlığına yakın durdum. Dur ve bir kez göz gezdir yarama diye. Hicran ayak sesimize denk düşerken koridor boşluğunda, şah damarımızı tutanın gülpençeye sürdüğü nurla ağladık. Eksildik aşkın adının ve adından öte cisminin geçtiği her şeyde. Birazda kendimizden… Dön bu gece yüzümüze aşk diyerek sığındık kalbin ölümüne. Yavaş yavaş tükenişin dilimizde bıraktığı suskunluğu çözmeye bir cümlen yeterdi. Sesimize oturan buz dağının bedeli miydi yangın tutuşmaların içimizde dönemeyişi?

El insaf yağmur, içimden geçip dışıma düşme. Başaklarım çocuk kalıyor. Dudaklarım yağmur ıslaklığıyla sen kesilirken sana değilse bile gölgene diz çöküp yalvardım cadde boyu karanlığın merhametine sığınıp. Gözlerimi de al anılarına zahmin.


Cengizhan Konuş

08 Eylül 2008

..İnci-nmişliğim..
* * *


Çöpe düşmüş,
bir inci-nin
inci-nmişliğini,
kim?
duyar!...

06 Eylül 2008

üç nokta . . . üç çığlık ? ? ? üç ölüm ! ! !

uzak kentin kayıp yıldızından rivayet olunur...


Üç noktaydı susuşum, bir virgül hatrına yazıyorum şimdi...

Üç nokta . . . Üç çığlık ? ? ? Üç ölüm ! ! ! Ve tek bir virgül,


Kirpiklerinden aşk soluyan deli, yırttı acının kefenini, ölü kızın kalbine dokundu bu gece... Ve gözlerine ölüm kaçan kız, dokunulduğu her yanından kanadı...

Bir ölünün gözlerinden düş bulaştı geceye, gece aklını yitirdi... Bir delinin iç çekişiyle karardı yıldızlar... Hıçkırıkları arşı kapladı… Bir deli ağladı… Ölü kızın kirpikleri adedince ağladı... Parmak uçlarından dokundu aşka... Saçlarına notası kırık şarkılar kondurdu...

Gece; tortulu bir masalın hüznünü andırıyordu... Üçüncü kişiler hep susmuştu...

Bir masal duyuldu sessizliğin en sığ dilinde... Uzak kentin kayıp yıldızıydı anlatan... Yoktu ihtilaf... Yoktu yalan... Bir deli ve bir ölünün masalıydı duyulan... Avuntusuz masallara şarkılar kuran bir deli ve masallara hep sonundan başlayan bir ölü...

Çok geçmedi… Gülüşüne düşler inşa edilen soylu derviş, kent harabelerinin yoldaşlığında, gecenin en uzak saatinde, tuz kokulu bitişle susturdu masalı... Masal yitirdi kendini… Masal yitirdi gerçeğini… Bir deli ağladı… Kirpikleri tükenmişti, ölü kızın saçlarına denk düşüyordu, gözlerinde ki keder… Ve gece deli gömleğini giydi üstüne, masal üşümesin diye…

Ve ben... Üçüncü tekil şahıs... Kent masallarının yorgun yüzü... Uzak diyarların cana ziyan hüznü... Ben... Bir masal boyu susan... Suskusu us'unu yumruklayan... Bir deliyi geçmişe yazan, bir ölüyü koynunda uyutan, bir dervişe yaslanan... Ben yani... Mezar boşluklarında kirpiklerini uykuya yatıran... Kefeninin cebinde ölüm saklayan... Ben... Suskun şiirleriyle geceyi ayartan...

Suçluyum... Bir son bulaştırdım ellerime... Bir masalı yıkarcasına, bir deliyi ağlatırcasına sustum... “Geçmiş” dedim... Geçmedi... “Gelecek” dedim... Gelmedi... “Şimdi” dedim, dokundum masala... Kayıp yıldız kayıplığını kaybetti...

Faili meçhul bir masalın tek sanığıydım ben... Masal mahallinde harflerim vardı, suçum aşikardı... Kalem; kelamla her buluştuğunda, adın kanardı, canım yanardı... Suçluydum evet... Bir masalı altı harf yaşatır sandım... Yedinciyi hiç yazmadım... Ne zaman canın yansa, susumu bastım yarana, usumu kanatırcasına... Hiç dinmedin... Sustun hep… Bende sustum... Sessizliğimi tamamladı susuşun... Bir masalın ardından suçlarını bölüşüyorduk suskunluğumuzun...

İçim acıdı... Masal kanadı... Ve omuz başında kanayan masal; yalandı! Yüreğimi burkan, kalemimi kıran, içimi senden çıkaran bir yalandı... Yinede... Adını bile yazamazken sen, adınla kanadım ben!

Şimdilerde şehirler arası yalnızlık seferleri düzenliyorum gözlerine... İsimleri silinmiş mezar taşlarında gülümsüyorum... Ve hala ölü çocukların gözlerinde masallar arıyorum... Suçluyum... Bir masaldan arta kalan yanımla, suçlarımın bedelini ödüyorum...

Affet beni kayıp yıldız... Affet... Günahsız ölümler düşlüyorum...


Fatıma Arslaner

02 Eylül 2008

Eylül


eylül kapımı zorluyor
sen / sen misin giden?
yağmurlarla çıkıp
geliversen…
hep böyle geceleri / bahtımın üzerine
yaprak / yaprak dökülüversen…


Filiznur