13 Eylül 2008

Zahmin - 9

te doy mis ojos

Aşktı, ne yapsa zahmindi. Yağmur yutup ağıt büyüten vaveylanın ilk harfiydi. Sabırdı, ağrıydı, hazdı. Tek acıya münhasır cinayetti. Kendi gerçekliğinde maktul olurken geçmişten gelen hayalete hiçbir gülüşü teselli edemezdi. Meridyenler boyu sürgünlük biriktirirken aynı yerden sustuğumuz aşk en erken yalnızlığımızı zîr û zeber ederdi. Ne kadar iyisin sen, canhıraşken feryadın hâli kalkıp izini sürmüyorsun gözyaşıma konan meleklerin.

Birbirimize çaresizliğimizden ağlar örerken bize, aşkın bir soluk sonrasında kalıyoruz. Özlemekten durulamayan ama hep ayrılıkla ödüllendirilen acuze pişmanlıkları ekliyoruz künyemize. Durup durup yanağını okşuyoruz kutsal cümlelerin. Bilmiyoruz bizi en önce harflerin terk ettiğini. Ben sana meftun, sen bana giryan… Oysa bu ayrılıktan ancak bir biz çıkar. Saçlarında yorulan rüzgârda kalıyor ömrümün neşidesi. Hayatla acı arasındaki köprüde kalbimi ihlal ediyorum aminsiz dualarla. Mayınlar patlarken geçmişimizde yüzümüzü sakınamıyoruz karakışlardan. Aşkın onuru sana beni bulabileceğin bir hece bile bırakmadan öyküm siliniyor dudağıma bulaşan yağmurdan. Umudu kangren özleyişlere çeviren bekleyişler alnımdaki yazgıyı incitirken yorulmaz mı başımızı okşayan gökyüzü? Bir çıkar yol göster bana seni terk etmem için zahmin.

Kan tüküren özleyişlerimin sessizliğinde kıvranarak yağmalıyorum bastığın toprağın insan cürümünü. Çehremdeki soluksuzluğumu üstlenen beyazlık ölümdendir aldırma. Her adımda sarsıntılarla soru işaretlerine uyuyor bedenim. Sarılıyorum hayatın kuytusuna. Sesli bir harf gibi kıvrılarak aminle tövbe arasındaki zincir pasına sürgünlüğümü sürüyorum vuslata. İsyan yol başlangıcında milat. Kan şehre yağmur yağarken gözlerine miat. Aşk ellerinden hicret. Kilit vurulurken tuhfeye tutulan zerreye bir çocuk boyu dalgalar alabora. Hadi gidişimi seyrettirirken bana, içinin sağına ve soluna yağdır ruhumu.

Sis içinde yüzün, kaybederek ne çok incitiyorsun ellerimi. Dokunduğunda şakağında kıyametler koparan ellerimi… Şehir yanıyor öte yanda. Adımlarımdan çekilirken denizin mavisi küle yığılan adım utanarak and veriyor seni unutmalara. Kimine yağmur, kimine yangın… Hep bana şarkıların yırtılmışlığı. Geçip duruyor gemiler zamanın ağladığın vaktinde. Sırtına esen rüzgârdan yorulmuşluğunun saçlarında dinginleşmesiyim. Çözülürken ensende kokunda unuttuğum tenimi bir parça toprakla yıkıyorum. Kirlenmiş neharın utancı bu dipsiz ağıtlar. Doğmamak için annemin rahmini yırtsam direnir mi hayat bana Tanrım? Ha gayret aklım, dayan insan zulmünün cinnet feracesine. Zeytin dalı, gümüş gök ve beyza gece biraz ötende. Uzat ellerini ya da biraz daha vefa delirmeye.

Her ayrılıkta dönüyorum gözlerine. Ele verip yelime utanç kalan gözlerine zahmin… Aşkın yarasında kayıtsız ağrılar yüklenerek aklanıyorum. Noktalığım ziyanda. Tabut hayattan kurtarılmış ölüm bölgesi. Geçmiyor. Yüzün geçmiyor aşk zabıtlarında. Şimdi nasıl yırtılır ki kalbim sana sevgisizliğimle? Öbür yanda çığlıklarla üşüyen bir adamın hikâyesinden doğdum ben. Hikâyemi yeniden yenileyerek uyduramayışım bundan. Güzeldin, sadakati celladın kılıcının ucundaki kana dokunduracak kadar. Cesaretli yalnızlıkların vardı, bana ihtiyaçsız özleyebiliyordun gülüşümü. Hiç kimseydim sende her şeyliğimi kuşatan. Anılarımızın karlı caddesinde beklemenin kara ceketini giyip adım'layabiliyordun bana rastlamak pahasına. Aşkı bu yüzden sende kaybettim ben.

Yorulmaz sancılarla yürürken sanrının kamburunu ayaklarıma kan güzeli dikenler batıyor. İsimden aşka uzanan yolun sırtında anka'nın kül yutan yanını dağıtıyorum. Hasretine kelepçelenmiş dilim gözlerine söylenmemiş sağır şarkımızın nakaratında külliyatını yutuyor: hasretimsin yaramı tenine sar bu gece / varlığınla ziyadeyim, yokluğunla tek hece. Gölgemin sır tutuşuna kanıp umudumu eziyorum. Çünkü umudun ruhunu cezbe dönerken kalbim ömrümün geleceğini sildim ben. Bu aşk bizsiz daha çok aşk zahmin. Şafak söküyorsa gözkapaklarının altında bir tende kaç koku yaşar bunu söyle. Kalbin aşk yalanından ve 'geleceğim' teranelerinden usandım. Varlığını heceleme yazık günceme..

Zahmin! Su kokusunu sardunyadan alırken sırda ayana karışıp bezm-i elest’te varlığına yakın durdum. Dur ve bir kez göz gezdir yarama diye. Hicran ayak sesimize denk düşerken koridor boşluğunda, şah damarımızı tutanın gülpençeye sürdüğü nurla ağladık. Eksildik aşkın adının ve adından öte cisminin geçtiği her şeyde. Birazda kendimizden… Dön bu gece yüzümüze aşk diyerek sığındık kalbin ölümüne. Yavaş yavaş tükenişin dilimizde bıraktığı suskunluğu çözmeye bir cümlen yeterdi. Sesimize oturan buz dağının bedeli miydi yangın tutuşmaların içimizde dönemeyişi?

El insaf yağmur, içimden geçip dışıma düşme. Başaklarım çocuk kalıyor. Dudaklarım yağmur ıslaklığıyla sen kesilirken sana değilse bile gölgene diz çöküp yalvardım cadde boyu karanlığın merhametine sığınıp. Gözlerimi de al anılarına zahmin.


Cengizhan Konuş

Hiç yorum yok: