12 Ekim 2008

ASREVYA!.. 15

Aklımın son ziyanlarındayım. Sen kadar yalan bir masala inandım…

Dişlerimin arasına sızan bir gerçek, gölge oluyor can kuşuma. Yıllanmış kafeslerdeki yorulmuşluğuma yanıyor. Gitmek için beni bekliyor kendince. Yandığım ateşler sönmez. Var git yoluna!

Kaç gün birikir bu boşluğa? Ki ellerim soğuk, üşüdüm.
Yüzümdeki aynaları kırdım.
Gözlerimde görünmez ömrüme sıkışmış olanlar.

Soğuktu… Üşüdüm.
Şehirden bir fırtına giydim ruhuma. Ona-buna çattım ilkin. Elinden tutarken tüm yaşamaların öyle uzak, öyle soğuktu yüzüm. Kırdıkça kırılganlaşmıştım. Üstüme basa basa geçerken günler yazdım ilkbaharın ardında. Hemen sonbaharlaşabilecek bir kuvvette. Sonbahar olmak direnmeyi gerektirir. Bilinir, sararmış bir yaprağın ömrü gücü kadardır. Bir gün mutlaka dalından kopup gitmeyi göze alacaktır. Ve bir yaz eteklerinde hep sonbaharı taşır.

Masal diye araladığım dünyanın kapısında kâbuslar ağırlıyor ruhumu. Oysa korkağım. Karanlığa tutunamam geceleri. “Geçti” sözcüğü avutmaz beni. Yollardayım. Kaybolmayı deniyorum ayaküstü. Hep aynı yolda kaybolmayı denemek bir tevafuk mu yoksa yalan bir kayboluşa gitmenin en kestirme yolu mu?

Penceremden deniz görünmüyor. O çok sevdiğim sahil kasabası çok uzağımda. Oturup günlerce yazdığım, sessizliğe başımı dayadığım, ıhlamur ağacı altında kahvemi yudumladığım, telvesine kendi acımdan da kattığım, bırakıp geldiğimi zannettiğim, bıraktığım; ama gelemediğim yorgun kasaba… Gece, dalgalarını vururdu kulaklarıma. Göz kapaklarım yorgun düşüp kapanmasa gün hiç bitmeyecekti orada. Büyük şehrin ruhuma kattığı alışkanlıkların hesabını soracaktım ona; neden sessizdi, neden kanatmıyordu da yara sarıyordu her defasında?

İnsan var olan sızılarından kurtulabilmek için mi dönerdi geçmişe? Geçmişte bitmiş hesapların az can yakıcılığından mı medet umardı? Birileri için geçmiş sayılan bu yer daha önce geçmemişti ömrümden. Geleceğimden geçmesi muhtemeldi, geçmişle baş başa kalmasaydım belki. Anadolu’dan öğrendiğim gerçekler vardı. Biz gidenleri toprağa uğurlardık. Denizin elleri kerpeten olmazdı cesetlere. Çöl çatlaklarımızın kıyısından akan çay, intihara meyledenlerin ilk durağı olsa da yaşamak ağır basardı son adımda. Limanlarda bekleyemedik hiç. Hiçbir gemi beklediğimizi getirmezdi. Çünkü denizin suyu sızmadı şehrimize. Çok yakınca günün gerçekleri, terk edilen geçmişe döndük çoğu kez. Üstünden zaman geçmiş acılarımızda devâ bulduk. Sağ kalanları bazen trenle bazen otobüsle başka şehirlere gönderirdik. Sonra kendimiz de gittik. Kuraklıktan yeni hayatlar devşiremeyince ve kaybedince kalmayı gerektiren sebepleri, göç ettik. Tuttuk İstanbul’un elinden. ‘Düşürme e mi?’ diye de tembihledik. Kan kustuk kızılcık şerbeti içtik dedik. Büyük şehirde yaşamaya yenilmedik. Kendi masallarımıza yenildik. Parmaklarımızın altında can bulanlardan başka en fazla ne yakmıştı canımızı? Ölümler mi? Zaten her bir ölüm yazılan olmamış mıydı?

Hiçbir ölüm son değildi. Yaşadıkça kabaracaktı bu liste. Dilimde bir cümle ayrılacaktı onlara; “İnnâ lillâhi ve innâ ileyhi râciûn”

Ölümlerin götürdüğünden arta kalanlara ben diyebiliyordum. Dururken kırık camların yamacında yabancı bir yüzdü hayal-meyal gördüğüm. Oysa aynalardaki yüzümü ‘ben’ diye biliyordum.

Yorgunum…
Kalemi bırakmalı…
Uyuyorum…

…//

Ertesi gün…

Yaz kendini iyice hissettiriyor şehrime. Gittiğinden beri tüm seherler ayrılığı vuruyorsa beynimde ve ayak izlerinse düşüncemde dolaşan, düşmüşsem karanlığa o halde hangi mısradan tutunup yaşamalı şimdi?

Asrevya!..

Bu bir masal mı mektup mu bilmediğim… Masalsa –ki hep masal diye dillenecek- uyunması için yazılmayacak, mektupsa asla adresine yollanmayacak… Yazdıklarımda sen de bulunmayacak. Gitgide kaybolacaksın. Zaman bize bu sonu oynayacak. Belki de en doğrusu bu olacak.

Anlaşılmadım. Sonu gelmeyen üç noktalı cümlelere sığınmak mıydı suçum? Suçum, sana yazmak mıydı? “Asrevya kim”ler “neden Asrevya”lar uzadıkça, anlatmam beklendikçe payıma hiç mi anlaşılmayı beklemek düşmezdi? Gör ki nasıl yanlıştık Asrevya. Bu oyunda yanmıştık. Kaybeden çekip gitmeliydi. Söyle hangimiz gideriz şimdi. İlk önce sen mi yoksa ben mi?

Buralar uslandırmaz ruhumu. Gitmeli…

Giderken yanıma aldığım birkaç cümle, birkaç gözyaşı, bir de hoşça kal… Uzun yolculukları sevmem gidip gelmeler için. Beynimden vapurlar kalkar o yaradan bu yaraya. “Orda bir köy var (mı) uzakta (?)” gidilmeyen, özlenilen…

Dönüp baktığında aynalara yüzünü görebilir misin Asrevya? Her defasında daha bir derine gömerken neye ve neden yazdığımı, anlamlandırabilir misin kendi içinde varlığını?

Yağmur bardağından boşalıyor pencereme. Doğru, gitmeliydi; kalmamalıydı daha fazla. Yazık! Yanlış cümlelerde var olduk. Büyük ağaçların gölgesinde küçük kaldık büyümelere. Geçmişime döndüm yine. Dedim ki içimden; sen neredeydin, ben kimdim “anne”? Belki dedi ki içinden; git ve gelme!

Bir adım daha atsam yakar mıydı yani bizi bu cehennem?
Döndüm “anne”
Şimdi
Git ve gelme!

Yaşadıkça ve yara aldıkça her savaştan “öldürmeyen acı güçlendirir” diyen teselli sözcüğü hangi zamanda üflenmişti kulağıma? Kervanlar geçerken ıssız çöllerimizden, katledilmemek için susabilir miydik Asrevya?

Dizleri kanamalı geçmişim vardı. Yalan sözlerle uslanmaz çocukluğum… Elma ağaçlarına çıkıp düşmekle geçerken hayat, yürüyüşlerimde eksik bir adımdım. Yanıldım. Sokaklarda kaybolurken önümden dönen gölgeyi sen sandım. Öldüğünü unuttum, yaşadığına inandım. Sesin çıkmadı, yüzün görülmedi. Her defasında “ben öldüm” çığlıkları atıyordu yokluğun. Ruhuna sûreler dokuyup kenara çekilemedim Asrevya. Gittiğinle kalamadım… Bir nefes daha… Hadi sabır, bir nefes daha diyip itelerken ömrümü yazıp yırttığım satırlarda kaldım. Belki bir nebze yardıma muhtaçtım. Yeniden diyebilmem için yenilenmem gerekti. İçimde birikmiş tüm kalemler yenikti. Bu sessizlikte kimden cevap beklenirdi? Söylesene aşk denilen ülkede yıkılan kalelerin hesabı kime sorulurdu Asrevya?

Elleri kınalı kundaklarım vardı. Yarınları büyütmek için sakladığım, gözlerimin siyahîliğinden ölüm nârâları atılırken dört bir yana; tavan aralığında saklandığım…



Bazen ölmek vardı meydanlarda,
Bazen üç başlı ejder gibi yaşamak inadına…
Nice senelere yürürken susmayan kalemimle iyi ki doğmuş muydum Asrevya?
Dilinden dökülen son yalandım,
Doğrulanamadım. Ben sende yanlışları denedim, doğrulara yenildim.

Eski odamın camı incir ağacına bakardı. Çocukluğumda kurduğum hayalleri dallarına takardım hep. Büyüdükçe değişmişti birçok şey. Değişmesini beklemediğimiz her şey… Kışın karlarda kapanan sokaklarımız yoktu. Yağmuru karşılayınca şehir, çamura boyanmıyordu eteklerimiz. Eski masallarımız da yer bulmuyordu kulaklarımızda. Keloğlan, pamuk prenses mışıl mışıl uyuyordu kitaplarında. Yeni masallarımızın yüzü mutluluğa çıkmıyordu. “-dı” ve “-mış” lı geçmiş zamanlarda kalmıyorduk. Şart oluyorduk, şimdiki zamana yelteniyorduk, “-yor” da duruyorduk. Yoruluyorduk.

Sen kimdin Asrevya?
Kim olmaya gelmiştin de geri dönememiştin?
Ölmeyi mi tercih ettin
Yoksa
Saklanmayı mı seçtin?
Öyleyse
Yanlış nakaratlarda kara libaslar arama kendine
Saklanmak için kaybolmayı göze almalı bir kere

Hadi susma Asrevya
Hadi sen de söyle
Yazık ömrümüze!..


Zaman geçiyor. Yalın ayak çocuk bir “son” dileniyor düşüme. Kendine baktığında beni görebilseydin kırık kalemler oturmayacaktı öyküme. Apar topar gitmeyecekti birkaç kelime. Kendime baktığımda seni görmemek için kör olmalıydım o halde. Gözlerim bağlanmalıydı üst üste derilerle. O zaman dilim söyleyecekti ya. O sussa içim buradasın diyecekti.

Sana kal demem Asrevya
Git demeyeceğim gibi…
Uykusuzluğumun baş yayına mimlenmiş satırlar değiyor gözlerime;

Verilmiş sözlerden inciler dizerken bileklerime
İnandığım tüm sözcükleri
Unutulmuş cümlelerin içine sığdırdı “her kimse”

…//

Şimdi ise
Sularımda yağmalanırken ateş
Devrik bir cümle oluyorum
Yalan-yanlış sevdiğim tüm masallara…


Ve sen Asrevya!
Ağır aksak masallarda kalır varlığın.
Arama! Yazıldığın halini aslında bulamazsın. Düşerken dilden dile bilinmeyen akrostiş bir isimle hüzün diye dillendin ellerimde. Anlatacaklarım çok, yeni mevsimler eşliğinde. İlkbaharda kurulurken tüm köprüler sonbaharı beklemeden yıktık hep. Kendi boşluklarımızı başka yüzlerde doldurmaya çalıştık kimi zaman. Küçük suretlere devleşen insanlar gördük. Gör ki ne çok yürüdük… ‘Git-gel ve dibe vur!’ olsa da hepsinin son sözü…

Beyaz oldum sonra siyah sonra pembe. Bir fırça vurulsaydı yüzüme ölüp devleşecektim kendi öykümde.

Bir misafir kadar kaldım kalemimde. Yazıp gittim, söyleyip sustum… Büyük harflerin ardında kaldım, ne görüldüm ne anlaşıldım. Vakit çok ilerledi. Şimdi üçüncü tekil şahıs olarak soluklanabilmeliyim bir yerlerde…

Artık yazmam mı dersin Asrevya
İyi düşün, yanılma…


Tuba ÖZDEMİR

Hiç yorum yok: